18 Mayıs 2014 Pazar

Müfettişler - denetleme(me) ve Meb

Son yıllarda Meb’de kafalar karışık. Sadece bünyesinde bulunan müfettişler konusunda bile pek çok zikzaklar çizildi/çiziliyor. Defalarca isimleri değiştirildi, ilköğretim müfettişi, bakanlık müfettişi, eğitim müfettişi, denetmen, denetçi. En son değişiklik ile de, kurum içindeki iki ayrı yapıyı birleştirerek (ki, yapılması gereken bu idi) maarif müfettişi isminde karar kıldı. Fakat bu değişikliği yaparken çok garip şeyler yaptılar.

Aynı isim altında birleştirdiler fakat maaşları farklı! Sanki bir bölümü saf kan müfettişmiş gibi, onlara ait maaş ve ödeneklerini farklı tutup… Çoğunlukta olan bölümü mahcup/mağdur etmek anlaşılır gibi değil!..

En önemlisi ise; müfettişliği eğitim-öğretimin bir parçası olmaktan çıkarıp, dosya-defter-kâğıt ve üzerindeki yazılara…, göreinceleyip, karar veren mekanik bir meslek haline getirmek istiyorlar. Aslında bu tür denetimler için (genellikle, okuldan okula fakslanan veya kes-yapıştır) üretilmiş, ezberlenmiş formatlar kullanılır.

Eğer işbirliğine dayalı, rehberlik amaçlı bir denetim yapılması isteniyorsa; bulunduğunuz sınıfın/okulun/kurumun, havasını, grup içi dinamiklerini, kullanılan iletişim tekniklerini, öğrenci merkezli eğitimini, okul- aile-çevre ilişkilerini… gibi eğitimin olmazsa, olmazlarını görüp öğrenmemiz gerekmez mi?

Bu iki tür denetimin olumlu ve sakıncalı yönlerini en iyi bilecek kişilerden birisi de iletişim uzman olan şimdiki bakanımızdır diye düşünüyorum.

Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un önderliğindeki Köy Enstitüleri,  eğitim tarihimiz ve dünya eğitim tarihinde önemli bir yere sahiptirler. İmece anlayışı ile çalışılan bu kurumlar, 1940-1948 yılları arasında ülkenin pek çok sorununa (eğitim-sağlık-tarım-el sanatları…) kısa bir sürede çözüm bulmuşlardır. Bu gelişmeden ürken ağalar ve politikacıların oyunlar ile kapatıldıkları için de bu kurumlara Yarım Kalan Mucize ismi verilmiştir.

Köy Enstitülerinin tarihi incelendiğinde, köylerden toplanan kızlı-erkekli çocukların oluşturduğu; eğitmen, öğretmen ve ilköğretim müfettişlerinin bu kurumların yaratıcı itici gücü olduğu görülecektir.

Köy Enstitüleri 8 yılda neler yapmış:
Köy Enstitüleri (özet olarak): “Gündüz iş, gece ders yaparak”; okul binalarını yapmış, ağaç dikerek bataklıkları kurutmuş, salgın hastalıklara savaş açmış, bilimsel tarımı başlatmış, dünya klasiklerini insanlarımıza tattırmış, güzel sanatlar ve el sanatlarını yaygınlaştırmış, kısacası ülkeye ışık saçmıştır.
İnanıyorum ki; eğer bu anlayış, değişip gelişerek devam etmiş olsaydı, bu gün Soma ve diğer madenlerimizde yaşanan insanlık faciaları yaşanmamış ve ülkemiz her alanda çağdaş ülkelerin standartlarını yakalamış olacaktı. Ve de 'önce insan' diyen bir felsefeye sahip olacaktı…

Bu günkü iktidar 12 yıllık dönemde eğitim için neler yaptı?
(özet olarak):

Bilimsel temele dayalı bir Talim Terbiye Kurulu oluşturmak için Ziya Selçuk’u başkan seçtiler. Tam da güzel çalışmalar yapmaya başlamıştı ki ayrılmak zorunda bıraktılar o da ayrıldı...

Hayal ettikleri İmam Hatip Okulları projesini gerçekleştirmek için 4+4+4 sistemini kurdular. (Bu işi o kadar ustalıkla yaptılar ki yasayı çıkarırken Milli Eğitim Bakanlarını bile devre dışı bıraktılar.) Ve bu yasa sayesinde hayal ettikleri İmam Hatip Okullarını coşturdukça coşturdular.

Akademik insan yetiştiren Anadolu Liseleri ve Fen Liseleri, sıradanlaştırılarak yok edildiler.

Böylece eğitimdeki son bilimsel kırıntıları da ortadan kaldırıp soru sormayan, deney yapmayan, bağımsız düşünmeyen nesiller yaratmaya başladılar.
Biri bakan, biri genel müdür

Bu günümüze ışık tutması için iki örnek vererek sürdürelim...

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik,  pek çok ilde olduğu gibi İstanbul’da da yönetici ve öğretmenleri toplayıp icraatlarını anlatıp sizi müfettişlerden kurtarıyorum diyerek alkış bekliyor ve alıyordu…

Hüseyin Çelik bu muradına eremeden bakanlıktan ayrıldı. Mesleğimizi bitirmedi/bitiremedi fakat işlevsiz kıldı. Fakat bu anlayış ondan sonra da devam etti…

İstanbul Milli Eğitim Müdürü iken, Öğretmen Yetiştirme ve Eğitimi Genel Müdürü olan Ömer Balıbey, yönetici ve öğretmenlerin bulunduğu  "Öğretmen 

Yetiştirmede Yeni Gelişmeler" konulu panelde; “Hadi yine iyisiniz, müfettişliği kaldırıyoruz!..."diyerek müjde vererek alkış alıyordu. O, Ömer Balıbey ki, İstanbul Milli Eğitim Müdürü iken müfettişlerin hemen, hemen her toplantısına gelir ve siz eğitim-öğretim için vazgeçilmezsiniz deyip bizden de alkış alırdı.
İşte böyle, Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un makamına oturup tribünlere oynayan bir bakan ve  bir genel müdür...

İyi güzel de, bu müfettişlerin ortak suçu ne? 

Öğretmenden; öğrencileriyle işbirliği içinde çalışma programına uygun, ders etkinlikleri hazırlaması, böylece sınıfı veya dersine planlı olarak girmesini istemek… Yani özetle öğretmenden; eğitim sürecini (rast gele değil) programlı, planlı ve öğrenci odaklı olarak düzenlemesini istemektir ‘müfettişlerin suçu(!)’…

Peki, bu bilimsel ve eğitsel isteğe kim/neden karşı çıkabilir?

Mesleğini ve öğrencisini seven öğretmen, buna karşı çıkmaz!.. Dersem haksız mı olurum sizce?
(Ben eğer halen çalışıyor olsaydım, bu ortak suçumuzu işlemeye devam edecektim.)

Düşünebiliyor musunuz?.. Hüseyin Çelik sayısal gücü fazla olan bir iktidarın bakanı…. Bakın, kimlerle uğraşıyor! Bakanlığına bağlı bir meslek grubu olan müfettişlerle…

Peki müfettişlerle neden uğraşıyor?!

Kendisi, sadece dedikodu yaparcasına konuşup, bilimsel verilere dayalı olmayan açıklamalarda bulunduğu için bunu bilemiyorum. Fakat, acaba, politikacı olmadan önce öğretmenlik yaptığı yıllardan kalma bir kini/ezikliği mi vardı? Diye düşünüyorum kendimce. Siz ne dersiniz?

Bilirsiniz, başarısız olanlar; var olan başarısızlıktan kendilerini sorumlu tutmaz ve kendisi dışındakilerin sorumlu olduğunu öne sürerler… Psikolojide de buna savunma mekanizması denir.  Ne yazık ki; müfettişlerle ilgili karalama ve genellemeleri yapanlar da mesleklerinde başarısız olan kişilerdir. Ve bu kişiler, görevini hakkıyla yapan diğer çoğunluğu da etkilemeye çalışmaktadırlar.

Evet, bu anlayış, öyle bir anlayıştır ki, istediği raporu yazacak müfettiş buluncaya kadar görev emirlerini yeniler... Bilmiyorum ama, Soma’da  da böyle olmuşsa şaşmamak gerek….

Sonuç:

Elbette her meslekte olduğu gibi müfettişlik mesleğinde de eylem ve söylemini onaylamadığımız, yanlışlar yapan bazı kişiler vardır. Bunları savunan (kol kırılır yen içinde kalır) gibi bir anlayışa sahip değilim. Ve bu kişilerin ortaya çıkarılıp gereğinin yapılmasını da istiyorum. Yönetim, bu görevini yapacağına (bir anlamda onları koruyarak) tüm mesleği karalamak ve işlevsiz bırakmak kolaycılığına düşmüştür…

Denetlemek; hayatın her basamağında var olan ve gelişmenin en önemli dinamiklerinden birisidir. Denetim sürecinde; denetlenecek olan kişiler, denetleniyor olmanın gerginliğini yaşarlar. Bu doğal bir durumdur. Denetleyecek kişi bu gerginliği, empatik anlayışla değerlendirip, denetleyenin kendisini rahat hissedeceği bir iletişim ortamı yaratmalıdır. Böylece ortak amacın (üzüm yemek olduğu) anlaşıldığında, var olan gerginlik son bulur ve başarıya ulaşmak daha da kolaylaşır…

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Milliyet Blog'da:

http://blog.milliyet.com.tr/mufettisler---denetleme-me--ve-meb/Blog/?BlogNo=461435

8 Mayıs 2014 Perşembe

Üçü bağıran, dört eski bakan.

Dört bakan yolsuzluk nedeniyle, ağır, ağır, eksiklerini tamamlayıp, ortam düzenleyerek işlerinden ayrıldı. Bazı toplum bilimciler bu toplu ayrılmaya: Bir hükümetin başına gelebilecek en büyük felaket dedi. Hükümet  ise eski alışkanlığı olan mağduriyet nedeni sayıp; bağırdı meydanlara, bağırdı polislere, bağırdı savcılara, bağırdı yargıçlara…

Hukuksal yönden aydınlatma ertelendi, bir de seçim geçti üstünden. Baktılar olmayacak bir şeyler yapmak gerek. Topladılar meclisi hem de, tatil olduğu gününde, amaç; halka duyurmamak, saklamak konuşmaları, dosyaları...

Zaman iletişim çağı, bu oyun da sonuçsuz kaldı. Görüverdik, duyu verdik (tatildeki tv’ye rağmen)  üçü bağıran, dört eski bakanı…

Neden bağırıyorlar! Bilmiyorum desem olmaz, fakat psikologlar bunu çok daha güzel anlatır onlara bırakalım.

Asıl merak ettiğim, susan bakan… Neden sustu?!..

Bu suçta ortaklarım da var dercesine ilk karşı çıkan bakan.

Neden sustu?!..   

Aslında o bağıranların anlamasın diye çırpınışları boşuna, halkın %90’ı için bu işin (%10 olanlardan habersiz), gizlisi-saklısı kalmamış artık. Her şey ayan beyan ortada…

Fakat, bence taraftar dostça davranmadı bakan ve başbakanlarına. Diyemedi; bağırmayın, ben size güveniyorum, onlar siz değilsiniz. Haydi, siz de çıkın ortaya kanıtlayın; bu sesin, bu evin, bu kasanın, bu paraların, bu takıların size ait olmadığını, çıkın karşısına savcının, hâkimin aklanın. Demediler, diyemediler.

Taraftar takım tutarcasına; vicdanın sesini bastırıp, pek çok şeyi yok sayıp, helal olsun der gibi: Bal tutan parmağını yalar. Veya Yedi, fakat iş de yaptı… Deyip, aklamaya çalışıyor yolsuzluğu kutsayan sözlerle.

Karşı taraf ise; vay be!.. Bunca bilgi, bunca belge yok sayıldı, bu kez de onlar kazandı, biz yenildik! Deyip kendi dışında aradı/arıyor suçluları…  

Kaynaksız güç olmaz. Bu güç bir olmaktır, ötekileştirmeden, severek, sayarak çoğalmak, biz olmaktır ayrımsız.

Kaynaksız ışık huzmesi olmaz. Işık huzmesi oluşturmak ise; hep birlikte, görmeyeni bir daha, bir daha görmekle, saflara katmakla…

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı:
http://blog.milliyet.com.tr/ucu-bagiran--dort-eski-bakan/Blog/?BlogNo=460025

4 Mayıs 2014 Pazar

Pulur Köy Enstitüsü=Pulur İlk Öğretmen Okulu=Yavuz Selim İlköğretmen Okulu…


Erzurum’un 15 km uzağında  (şimdi hemen hemen bitişmiş gibi) olan Ilıca; ılıcası, şeker fabrikası, harası, askeri birlikleri ve hepsinden önemlisi Öğretmen Okulu ile ünlü önemli bir merkezdir.

Yurdumuza ışık saçan “Köy Enstitüleri” 1940 yılında açmaya başlamıştı. Bu okulların en sonuncusu ise, 1942 yılında Ilıca merkezdeki İlkokul binası içinde 200 öğrenci ile öğretime başlamış olan Pulur Köy Enstitüsü’dür. 1943 – 1944 öğretim yılında diğer köy enstitüleri tarafından gönderilen ekiplerce, Ilıca Bucağı’nın 850m güneyinde ve 1700 dönümlük arazi içine yapılan binalara taşınarak eğitim-öğretime başlamıştır.

Kuruluşundan beri karma eğitim-öğretim yapan okulda bulunan kız öğrenciler, politik nedenlerle, 1952 yılında İzmir’deki “Kızılçullu Köy Enstitüsü”ne nakledilmiş ve yalnız erkek öğrencilerle öğretim yapılmaya devam edilmiştir.

Bence, burada ara verip güncel bir parantez açmak gerekiyor. (İşte bu Kızlı-erkekli eğitimi politik çıkarlarına alet eden niyet okuyucu anlayışlar, yurda ışık saçan köy enstitülerini fiziki olarak kapattırdı/bitirdi... Fakat durmadılar… Kızlı erkekli okumanın son bulması gerektiğini TBMM Başkan Vekili yüksek sesle dillendirdi. Hem de kendisini 2014 yılı 14. Ulusal Çocuk Forumu nedeniyle ziyarete gelen Bakan Fatma Şahin ve 81 ilden Kızlı-erkekli öğrenci grubu önünde… Bu günlerde de, MEB bu anlayışa uygun okulları çoğaltma arayışına başladı. İşin garibi bakanın uzmanlık alanı da İLETİŞİM…)

Bu paranteze de bazı sorular/ünlemler eklemesek eksik kalır sanırım:
Peki, ne olmuş da kızlı erkekli eğitime karşı çıkıyorlar?

Sen aşk mektubu yazdın ben de okulunu kapattım anlayışı çağdaş devlete ait olabilir mi?  

Peki, sadece kız veya sadece erkeklerin olduğu kurumlarda yaşanan olumsuzlukları biliyor musunuz? 

Bazı yanlış işler her kurumda olur, devletin görevi bunları önlemek değil midir?

Bizler de bu karma eğitimli okullarda okuduk ne oldu?

Ne yaptık: O çağımızda belki bazımız, sevdalandı okul arkadaşına, kimimiz, mektuplar yazdı kimilerine, bazıları, okul bitiminde evlendi okul arkadaşıyla, mutlu yuva kurup çocukları oldu…

Bunların hangisi suç?!

Çok merak ediyorum!...

Hangi dinde sevmek, aşık olmak yasak ki?

Aşksız, sevgisiz bir din olur mu ki!?

Asıl konumuza devam…

1954 yılında “Pulur İlk Öğretmen Okulu”, 1958 yılında da “Yavuz Selim İlk Öğretmen Okulu” adını almış ve 1962-1963 yılında tekrar karma eğitim-öğretime geçilmiştir.

En son açılan Köy Enstitüsü olması, okulumuza, çok önemli eğitsel ve tarihi bir değer katmaktadır. Çünkü, okul yerleşkesinin içindeki binaların her biri, diğer köy enstitülerinden gelen öğrenci-öğretmenlerin el emeği göz nuru ile yapılıp bizlere hediye/miras bırakılmış...

Yazıklar olsun!... 1700 dönümlük muazzam düzlük dururken, tarihine, emeğine saygı duymayan bir anlayışla bize miras bırakılan binalar yok edilerek yerine dev binalar yapılmış…  Ve adını bu kez Yavuz Selim Anadolu Öğretmen Lisesi yapmışlar. Daha doğrusu, çevresiyle, öğrenciyle ilişkisi olmayan mekanik bir lise yapmışlar…

Erzurum, Trabzon, Gümüşhane ve Bingöl illerinde ilkokulu bitirip sınav kazanarak gelen,12-18 yaş grubu öğrencilerin parasız-yatılı olarak okuduğu bir kurumdu okulumuz. Çok acıdır, politik çıkarlar nedeniyle yapılan karalama ve çamur atmalar etkili olmuş olacak ki, Ilıca ve yakın çevresinden çok az öğrenci okulumuza başvurup okumaya gelmiştir.

Bu kurumdaki yaşamın hangi basamağına dokunsanız ciltler dolusu anı yakalar, kitaplar yazar, diziler çekebilirsiniz. Ama özetle; 12 yaştan başlayıp 18-19 yaşlara doğru giderek şekil değiştiren hem genci hem de öğretmenlerini yoran pek çok maddi ve manevi sorunla başa çıkmak kolay bir iş değildir.

Bir an gözünüzü kapayıp 12-18 yaşlarında yüzlerce öğrencinin yaşadığı; yemek, banyo, temizlik, yatmak, ders çalışmak, gezmek, eğlenmek, sınavlar, atölye-tarla-bahçede çalışmak, korkular, üzüntüler, sevinçler, aşklar ve daha pek çok şeyi düşünün bakalım…

Bu yaşta tek bir ergen çocuğu olup onunla pek çok sorun yaşayan ana-babalar çok iyi bilir/anlar, günün 24 saatini yüzlerce ergenle yaşamak zorunda olan öğretmenlerimizin halini...

İşte tüm bu sorunlarla ilgilenmek zorunda kalan öğretmenlerin, çalışanların, öğretmen olmak tutkusu ile yatıp kalkan öğrencilerin yaşamları yılın 10 ayında sürüp gider.

Bu nedenlerden dolayı, öğretmenler, bizim anamız, babamız, arkadaşımız ve sonra da öğretmenlerimizdi.

Ha, bir de bizden bir sınıf önde olan “abiler” “ablalar” vardı ki, onlar da bizi kollar, korur, uyarırdı.

Yıllar sonra gelenekselleşen toplantımıza, bu yıl 64 yaşımda katılacağım. Sadece benden büyük abla-abiler, benden küçük kardeşlerim olmayacak burada. Hepimizin öğretmeni olmuş, öğretmenlerimiz de olacak aramızda. Kuşadası’ndaki dipdiri, güler yüzlü, sevecen, hoşgörülü duruşlarıyla…

Bu buluşmalarda çocukluk bayram günlerinde olduğu gibi, hızlanıyor kalp atışlarım… Bir öğretmenimizle karşılaştığımızda, önce bizi hatırlamaya çalışıyor, hatırladıkça da;  anıları dillendiriyor bize dair ve kendinde saklı bizim bilmediklerimizi…

Bizden önce, bizimle birlikte ve bizden sonra da öğretmenlerimiz politik karalamalar ve ilkel anlayışlardan kaynaklı uyduruk nedenlerle kıyıma uğramıştı. Kimi sinemada sol tarafta oturduğu için, kimi şiir-roman okuduğu veya önerdiği için, kimi bize arkadaş-dost olduğu için sürgün edilmişti.

Biz de çocuk vicdanımızda,  mahkum etmiştik öğretmenlerimize kıyan o zalimleri.
Şimdilerde düşünüyorum; acaba, sürgün edilmeyip okulda kalan öğretmenlerimiz, sürgün edilme psikolojinin yılgınlığı/korkusu ile mi bize; okulumuzun tarihçesini, felsefesini, o güzelim binalarımızın öykülerini hiç anlatmamışlardı diye...

Peki, hiç sorun yaşadığımız öğretmenimiz yok muydu?

Vardı elbette, biz de onları cezalandırmak için toplu kopya çeker, aşk mektubuna Lale Pastanesi’nde buluşalım diye yazıp onu saatlerce ağaç ederdik… Ama yine de severdik ve sayardık… Hele hele, rahmetle andığımız Tarım öğretmenimizi Rıza Keskin’i kızdırıp bize küfür etmesini sağlamak için, döner sermayeli tarlada, “millet malı” havuçlardan ne de çok çalardık…

Önceki toplantılarda sınıf arkadaşlarımızla birlikte çocuk olduk, sevgi ile baktık 60 yaşlarındaki küçücük(!) kardeşlerimize, önümüzü ilikleyip selam durduk öğretmenlerimize…

Duyuru:

Bu yılki gelenekselleşmiş buluşmamızı, 30 Mayıs-1 Haziran günlerinde her zamanki gibi, öğretmenlerimiz, arkadaşlarımız ve torunlarımızla birlikte… Kızlı-erkekli olarak bu kez Bursa Uludağ’da yapacağız…

İşte bu duygularla ve “dostluğun sevgisiyle biz…” toplandık birkaç defa, ömür olursa toplanacağız pek çok defa… 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Bu yazı Milliyet Blog’da:
http://blog.milliyet.com.tr/pulur-koy-enstitusu-pulur-ilk-ogretmen-okulu-yavuz-selim-ilkogretmen-okulu-/Blog/?BlogNo=459499

30 Nisan 2014 Çarşamba

Ey kentimizi yönetenler!.. müteahhit çıkarını düşünür, ya siz?...

 Nedense her seçim öncesi, “yıpranan(!)” asfalt ve kaldırımların sökülüp yenilenmesi bir kural oldu. Oysa çağdaş ülkeler bu tür işleri yaparken, 100 yıllar sonrası için öngörülerde bulunur, asfalt ve kaldırım altına yapılacak olası altyapıları da düşünerek proje ve ihaleler yapılr. Bizde ise birkaç ay sonrası bile düşünülmeden yapılıyor bu işler.

Yapılacak asfalt ve kaldırımın altına kanal ve kablo döşeyecek diğer kurum ve kuruluşlarla işbirliği yapılmadan, “çevreye verdiğimiz sıkıntı için özür dileriz” tabelası eşliğinde iş makineleri işe başlıyor, işi bitiriyor. Birkaç ay sonra, bu kez diğer kurumlar aynı alanda kazı çalışmaları başlatıyor. Yapılan işlerin neden olduğu ekonomik sorunlar, haksız kazançlar bir yana, kentin trafik, gürültü ve hava kirliliğini ve insan sağlığını düşünen yok…

İşte size, yakın çevremde ve tüm yaşayanların gözü önünde ve (benzeri yurdumuzun pek çok yöresinde olan) geleceğin sorun kaynağı bir olay…
Kadıköy’de E-5 Karayolunun bir yakasında Fikirtepe, diğer yakasında Acıbadem bulunuyor. Acıbadem’de ucube yapılar yükseldi, fakat henüz tam yerleşim olmadı. Fikirtepe’de de aynı anlayışla ucube yapılar için hızlı bir çalışma başladı, inşaatlar başlayacak…

Peki, bu yapılar bitip yerleşim olduğunda neler olacak?!.. Hava kirliliği ve gürültü kirliği! Ya trafik?!...

Trafik şimdi günün her saatinde mor koyun sürüsü gibi, gelecekte nasıl olacak hiç düşünüldü mü? Herhalde gelecekte trafik sorununu dolmuş helikopterlerle veya gökdelenden, gökdelene teleferik hatları çekerek çözecekler…

Ha!.. İşin bir de sosyal boyutu var ki, o da yürek paralayan, kentsel dönüşüm yaftasıyla, oturanları sürgün etme projesi. Adamın evini, bahçesini, balkonunu al ve kira ücreti kadar aidatlarla bir kuleye hapset. Neymiş bu? Kentsel dönüşüm!.. Neymiş efendim? Modern hayat!.. Bu insanların sorunları başlı başına bir inceleme, bir roman veya bir dizi konusu…

“Bir müteahhit kolay mı yetişiyor!”

1980’li yıllarda çalıştığım okulun müdürü bana, yaşayıp bir türlü unutamadığı anısını anlatmıştı. Kısaca şöyle:

Okul yerleşkesinde bulunan binalarda oluşan yıpranmalar için, İl’den büyük onarım kararı çıkmış. İhaleyi alan müteahhit de yaz tatilinde onarım çalışmalarına başlamış ve bir süre sonra işi bitirdiğini bildirilerek okul müdürüne gelmiş. Ve kendisinden, hakkediş ücretini alabilmesi için, hazırladığı raporu imzalamasını istemiş.

Bu istek karşısında okul müdürü de, müteahhite eksik işlerin listesini verip gerekli açıklamalarda bulunmuş.

Müteahhit listeyi inceleyip sonra da okul müdürü ile pazarlığa girişmiş. Fakat müdür, eksik işlerin bitirilmesi için ısrarını sürdürmüş ve imzalamayı kabul etmemiş.

Müteahhit işi burada çözemeyeceğini anlayınca, sinirli bir şekilde okuldan ayrılmış.

Aradan çok zaman geçmeden İl Milli Eğitim Müdürlüğünün onarım işlerinden sorumlu müdür yardımcısı resmi aracı ile okula gelmiş. Kısa bir girişten sonra ziyaret nedeni olan konuyu anlatmış ve müdürden, onarımla ilgili raporu imzalamasını istemiş.

Okul müdürü, hazırladığı eksik işler listesini kendisine göstermiş ve buyurun eksikleri bir de siz görün demiş. Fakat onarım işlerinden sorumlu müdür yardımcısı, bunu kabul etmez ve okul müdürüne; “Müdür bey, müdür bey! Sen, bir müteahhit kolay mı yetişiyor sanıyorsun?!..”  demiş ve imzalaması için raporu müdürün önüne koymuş…
(Anlaşılan okul müdürünün direnci bu kadarmış ve çaresiz raporu imzalamış.)

İşte müdürün unutamadığı da, bu sözler ve attığı o imza…

Anlattığında ben de üzülmüştüm bu duruma düşürülmüş müdürüm için.

Ama zaman geçti değerler değişti herhalde?

Şimdi dünün müteahhitleri ne zorluklar yaşamış deyip acıyası geliyor insanın… 

Çünkü:
Bu günün müteahhitleri:“Alooo…” diyerek Büyük Şehir Belediye Başkanlarını, imar planlarını bile etkisiz kılarak en üst makamlardan onay alabiliyorlar… 

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Aynı yazı Miliyet Blog'da:
http://blog.milliyet.com.tr/ey-kentimizi-yonetenler---muteahhit-cikarini-dusunur-ya-siz-/Blog/?BlogNo=459082

2 Nisan 2014 Çarşamba

Salı küfürleşmeleri ve silah kullanma tutkusu…



Sözlerin mermi çekirdeği kadar acımasız olduğu günlerden geçiyoruz. Gazeteler her gün; birinci sayfalarında iri puntolarla, ağır tahribata neden olacak “sen kimsin ya!” ile başlayıp küfürle noktalanan mermi sözleri, üçüncü sayfalarında ise, isteyerek, tasarlayarak veya kaza ile, silahların sonlandırdığı yaşamları yazıyor. TV kanalları ise bu acımasızlıkları, cinnet hallerini süsleyerek/sündürerek izleyicilerine sunuyor.

Reyting uğruna yapılan bu acımasız yarış, meslek etik kuralları hiçe sayıyor, etik olmayan söylem ve eylemler sürüp gidiyor…

Birinci sayfa haberleri ve “Salı günü küfürleşmelerini” bırakıp, okuduğum gazetenin üçüncü sayfasında bu gün çıkan iki haberin başlığını paylaşmak istiyorum: “Amcasının kurşunu ile canından oldu.” “Tüfekle oynarken ablasını öldürdü.”…

İşte bu ortamda, bakalım kim kime daha çok ağır sözler söyleyecek, kim daha çok bağıracak diye “Salı günleri” iple çekiliyor…

İşte bu nedenle, çocuklar daha çok insanları/canlıları yok eden, bilgisayar oyunlarını ve silah oyuncakları istiyor…

Beni de nedenler mi etkiledi bilemiyorum. Çok zaman önce görev gereği meslektaşlarıma verilen “silah taşıma ruhsatı” için ben de başvurmuş ve “zor alımı” bir tabanca ve 50 adet mermi satın almıştım. Aldığım günden beri evde bir sorun kaynağı olan bu silahı; Bir kez olsun belime bağlayıp taşımadım. Ruhsat yenilemek için Emniyet Müdürlüğüne giderken de çanta içinde taşıdım. Yıllık bakımını da apartman görevlisine yaptırdım.

Emekli olduktan hemen sonra, tabanca ve birlikte aldığım (henüz kutusu açılmamış) 50 mermiyi de alarak İlçe Emniyet Müdürlüğüne gidip bağışta bulundum. Ve böylece bu ilkel yükten kurtulmuş oldum…

Hem söz, hem de silahlarla yaratılan terörizm ortamı ve kültüründen kurtulma zamanı gelmedi mi?!.. Yeter artık!!!


Toplumun içinde bulunduğu bu cinnet halinden kurtulması için; eğitimci, sosyolog, psikolog, veliler ve tüm STK’larını “…kurşunları eritmeğe…” ve “Salı küfürleşmelerini” sonlandırmak için mücadeleye çağırıyorum… 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Bu yazı Milliyet Blog'da:
http://blog.milliyet.com.tr/sali-kufurlesmeleri-ve-silah-kullanma-tutkusu-/Blog/?BlogNo=455401

2 Mart 2014 Pazar

İstanbul hepimizin, sahip çıkalım!


İstanbul’da doğmadım, (kısa gidiş-dönüşlerle birlikte) 41 yıldır İstanbul’da yaşıyorum. “Gezi Parkı” nedeniyle yaşananların da etkisi olsa gerek, doğduğum yer kadar, yaşadığım yeri de düşünmek zorunda olduğumu anladım. Bir kentin sorunları ile nüfus ve nüfus artışı oranı arasında ‘doğru orantı’ vardır. 

O halde, kentimizin sorunlarını konuşurken, sayılarla da tanımamız  gerekir.
TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) tarafından 28 Ocak 2013 günü açıklanan bilgilere göre, Türkiye nüfusunun 75.627.384 kişi olduğu ve bu nüfusun 13.854.740 kişisinin de İstanbul'da yaşadığı belirlenmişti.

Sabah gazetesi TÜİK bu verilerden yararlanarak 16 Eylül 2013 günü bir yorum-haber yapmıştı. İstanbul’un, 122 ülkeyi geride bırakan nüfusa sahip olduğunu, son 4 yılda nüfusuna 1.157.576 kişi eklediğini, böylece, İstanbul nüfusunun; her 4 ayda bir Tunceli, 5 ayda bir Kilis, 6 ayda bir Gümüşhane ve 7 ayda bir Artvin kadar arttığı tespitinde bulunmuştu.

TÜİK’in 29.01.2014 günü açıkladığı son verilere göre ise; Türkiye nüfusu, geçen yıla göre 1.040.480 kişilik artış ( yılda %1,37) göstermiş ve 76.667.864 olmuştur. İstanbul nüfusu ise, 305.727 kişilik artış ( yılda %2,21) göstermiş ve 14.160.46737 olmuştur.

Yerel yöneticilerimizin birinci görevi, kentimizin bu kadar hızlı büyümesi ile ortaya çıkan, sosyo-ekonomik-kültürel sorunlara çözüm aramak ve insanca yaşama koşulları sağlamak olmalıdır.

1994 den bu güne (yirmi yıldır) İstanbul’u aynı görüş yönetiyor. Ve bu yönetim anlayışı asıl görevini unutmuşcasına, nerede bir yeşil alan, dere yatağı, hatta deprem olduğunda toplanma ve çadır alanları olarak belirlenen yer varsa buraları imara açmış, buralara dikey beton yığını konutlar ve AVM’ler yapımı için izin vermiş. Durmadan dikine büyütüyorlar İstanbul’u.

Her halde, bu kulelerde yaşayanların hiç yere inmeyeceklerini düşünüyorlar.
Oysa kent büyüdükçe, yaşam kaynakları olan; deniz, orman, baraj, su havzası, dere, çayır, park, kanallar…, küçülüyor.

Ya,kenti taşıyamayan yollar!

Kuyruklarda kısalan ömür!

Yollarda yok olan zaman ve kaynaklar!

Havaya salınan zehir!

Yok olmaya başlayan, deniz, orman ve sular!

Bozulan ruh sağlığımız!

Eve yorgun, işe yorgun gelen insanlarımız!
...

Bu sorunlar ve yapay nüfus artışlarına neden olan iç göçleri azaltacak önlemler, çözümler aramak yerine,  TOKİ ve müteahhitler ortaklığına rant yaratmak için arsa bulma kurumu haline getirdiler tüm belediyeleri. Oluşturulan konut stokları ile, “İstanbul’da herkese yer var, gelin, koşun, gelin! ” dercesine iç göçlere davetiye çıkardılar. Belediyelerin öncelikli görevlerini unuttular, unutturdular.  

Bu günlerde, tepeden verilen emir ve onaylarla, yerel yönetimlere ait imar yetkilerine müdahale edilerek değiştirildiğini duyduk, okuduk ve gördük. İşte bu konuda iki önemli tanığın söyledikleri:
Birinci tanık: Eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, (Başbakan Erdoğan için): “Belediye Başkanlığı'nı hiç bırakmadı, bütün yüksek yapılar onun onayıyla yapıldı." Dedi.

İknci tanık: Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, o da Ertuğrul Günay’ı doğruladı ve “Soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan'ın onayıyla yapıldı.” Dedi.

Daha ne desinler?

Ayrıca hepimiz tanık olmuştuk, Başbakan Erdoğan:
Tüm karşı duruşlara rağmen, ucube dediği Kars'taki İnsanlık Heykeli'ni yıktırmış.
İstanbul’un 8 bin yıl öncesi tarihine ışık tutacak olan Marmaray kazı buluntuları için: “Marmaray projemiz var, basit çanak çömlek hikâyesi bize dört sene kaybettirdi.” söyleminde bulunmuştu.

Özetle;  Kentin imar durumuna göre belediyelerin projelere verdiği onayları beğenmeyip, bir çizik atan, müteahhitlerin yararını düşünerek + kat onayları veren, ucube diye, sanat eserini yıktıran, çanak çömlek diye, 8 bin yıl öncesi insanlık mirasını aşağılayan, yok sayan, bir Başbakanımız var.

Beykoz’da  172 senelik Polenezköy var. Gürültü, trafik ve yorgunluktan kaçanların adeta sığındıkları bir yer burası. Daha çok hafta sonu buraya giden aileler, doğal güzellikler içindeki bahçeli ev, butik otel ve pansiyonlara konuk olur, temiz hava soluyup, yürüyüş, spor ve piknik yaparlar. İşte bu özellik ve güzellikleri nedeniyle de Polenezköy, “Tabiat parkı” ilan edilmiştir.

Ama gelin görün ki Polonezköy imara açılıyor! Haberleri yankılandı, yazılı ve görsel medyada.

Sonunda buraya da göz diktiler açgözlüler! Sırada kim bilir daha nereler var?
Kendime henüz bu soruyu sormuştum ki , “Doğal sit alanı olan Bozcaada Akvaryum Koyu yapılaşmaya açılıyor!” haberleri düştü ortalığa…

Tam da bu haberlerin çıktığı günlerde (manidar değil bir rastlantı), 12 Ocak 2014 günü Radikal gazetesi; “Parklar akıl sağlığını koruyor” başlığı ile bir haber verdi okuyucularına.

“Parklar akıl sağlığını koruyor” haberi; İngiltere'de 40 bin hane halkı üzerinde yapılan bir araştırmanın kısa  özeti imiş. Bence kentimizi yönetmek isteyenler de (eğer kentte yaşayanların akıl sağlığına önem veriyorlarsa), bu araştırmanın tüm detaylarını bulup incelemeli, kentimiz için de bu tür araştırmaları yaptırmalı…

Bizler de, kentimizin sorunlarını çözmek ve çevremizi yok eden katliamları durdurmak işini sadece yerel yöneticilerimize bırakmamalıyız. Değişik parti ve görüşten tüm insanlarımız ve STK’lar demokratik haklarımızı kullanıp; sokağımıza, mahallemize, parkımıza, kültür merkezimize, kentimize, çevremize sahip çıkmalı.

Ve “İstanbul Hepimizin Sahip Çıkalım!” sloganını haykırmalıyız.

Peki bu slogan yeter mi?

-Hayır!

O halde ne diyelim?

- Bu yurt hepimizin, sahip çıkalım!

Peki, bu slogan yeter mi?

-Hayır, bu da yetmez!

Öyle ise; 

Bu dünya hepimizin, sahip çıkalım!...

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Milliyet Blog'da:

http://blog.milliyet.com.tr/istanbul-hepimizin--sahip-cikalim-/Blog/?BlogNo=451212