15 Mayıs 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (5)

Yayladaki İlk Günlerimiz
Köyden çoluk-çocuk ve hayvanlarını alıp yaylaya çıkanların, ilk üç-dört hafta içinde çözülmesi gereken çokça işleri ve sorunları olurdu.

Bu zorlukları annelerimiz önceliklerine göre sıralar, onlara kısa zamanda çözüm bulmaya çalışırdı. Tabii ki annelerin çok olan işlerine bunların da eklenmesi onları çok çok yorardı. 

Bu zor günlerde annelere en büyük desteği yeniyetmeler ve gençler verirdi. Köyde henüz ot biçme zamanı gelmediğinden, gençler ilk bir-bir buçuk ay boyunca daha çok yaylada olurlardı. Köye sadece yaşlılara yardım etmek, onlara yayla işi yiyecek-içecek ulaştırmak için ve acil durumlarda giderlerdi.

Yayladaki iş ve sorunları şöyle sıralayabiliriz:
·        6 yaş öncesi çocuklar ve bu yılki yavru hayvanları yeni çevreye alıştırma…
·        Komşularımızla, koyun ve keçilerimizi birleştirip "bugün kim çoban" listesi hazırlama ve uygulama…
·        Günün yarısı olduğunda sahipleri ve yavrularına süt vermeye gelecek olan keçi, koyun ve inekleri karşılama, yavrularla buluşturma...
·        Sütü değerlendirme, yemek hazırlama, hayvan barınakları ve ev temizliği...  
·        (Büyükbaş hayvanlar; geçen yıllardan deneyimli oldukları için pek fazla sorun yaratmazdı. Onlar, boğa ve öküzler koruyuculuğu ile özgürce dağa giderler, yavrusu olan inekler öğlen eve döner, sütünün çoğunu sahibine, kalanını da yavrusuna verir ve yeniden beslenip süt biriktirmek için dağdaki arkadaşlarına katılır ve karanlık olmadan da dönerlerdi. Bunun için de bu grup öncelikler listesinde çok fazla yer almazdı.)
·       Ve çok önemli bir konu da 7-10 yaşında olup, ailede bir emekçi olacak olan çocukları eğitmekti. Onların; buzağı, oğlak ve kuzuları otlatan iyi birer “şivan” (çoban) olması için kural ve yöntemleri öğrenmeleri, bu "işin" sorumluluklarını kavramaları gerekirdi.

Karik-Berxik-Golik û Zarok 

Karik-Berxik-Golik û Zarok” Türkçesi: Oğlak-Kuzu-Buzağı ve Çocuk... Eğer bir genelleme yapacak olursak, bu dörtlünün her birisi birer çocuk…

Nisan sonu Mayıs başında yavrular, anne sütüne ek olarak yeşilliklerle de beslenmeye başlar, çocukların da okulları tatil olurdu. İşte o zaman biz de bir "şivan" olur bu yavrularla çocuk çocuğa buluşurduk. Onlar hem oyun arkadaşımız hem de koruduklarımız idi. Bu coşkulu anlar bana/bize  unutulmaz anılar yaşatmış olacak ki, ta bugünlerde de konuşabiliyoruz.

Önümüze katıp götürdüğümüz yavrular yayla ovasına girer girmez büyük bir coşkuya kapılır, kimi çığlık çığlığa zikzaklar çize çize koşar, kimi uçarcasına zıplar, havada taklalar atardı. Kuşkusuz çocuksu duygulara kapılarak bu coşkuya biz de katılırdık, fakat bir de yoğun olarak “acaba?!..” korkuları yaşardık.

Çünkü biz bir “şivan” (çoban) idik, görev tanımlamamızda; bu yavruları ovada otlatıp doyurmak, olası tehlikelerden korumak, kaybetmemek ve onların anneleri ile buluşturmadan eve getirmek vardı.

Bir süre sonra yavruların coşkusu beslenme telaşına dönerdi, bizler de o anı değerlendirerek kenger toplar, akan sütün kuruyup sakız olmasını bekler ve bize toplayabilirsin denen mantarlardan toplayıp boynumuza asılı azık torbasına koyardık. Unutmadan söylemem gerek, yavrular ovada otlarken bir iki hafta içinde o nazik burunları yaralarla kaplanır, bazen kanar bu da bizi çok üzerdi. 

Koskocaman yayla ovasının ortasında şerit gibi incecik akan dere, bazı yerde gölet olup yeşil kurbağa ile yavru balıklara mesken olurdu. Fazla derin olmayan bu göletler Temmuz sıcağında bizim için yüzme havuzu olurdu. Ovada birkaç söğüt ağacı dışında başka ağaç yoktu. Yüksekte uçan kartallar, çevredeki dağlar arasında avcı uçuşu yapardı. Bizden biraz uzakta ise o gün işi olmayan at, eşek ve yavruları otlar, uzak diyardan gelip eski yuvalarını yenilemekle meşgul leylekler o bilindik melodiye uygun olarak gagalarını çarpıştırırlardı. 
Tanaş'ın Hikayesi

Annemin “Tanaş” adını verdiği bir ineği vardı. “Tanaş”, asabiydi ve biz ondan korkardık, o da bize pek yüz vermez kendisine yaklaştırmazdı. Annemin yıllar boyunca pek çok ineği olmuştu, fakat o en çok “Tanaş”ı sevdiğini söylerdi. Bu nedenle de yıllarca onun soyunu sürdürmek istemişti. Çünkü onun sütü biraz bol, yavruları erkek olursa çok güçlü bir öküz, dişi olursa da annesi benzeri bir inek olurdu. 

Fakat annemin hiçbir inek için Tanaş kadar üzülüp ağlamadığını söyleyebilirim. Tanaş asabi olduğu kadar korkusuz bir inekti, eğer yavrusu sütten kesilmişse o doymadan dağdan inmez, karanlık olunca da orada yatar uyurdu (Tanaş’ı aramaya çıktığımız o günlerde annemin; ağıtlar eşliğinde gözyaşı dökmesini ve “Tanaş, Tanaş, Tanaşşşş!..” diye seslenmesini hiç unutamadım.). 

Kimi gün onu bir kuytuda bulur, sevinç içinde alıp evimize dönerdik. Kimi gün ise bulamaz, üzüntü içinde eve dönerdik... Ve sabah çok erken kalkar, kartal uçuşlarını izlerdik. Çünkü kurtların öldürdüğü hayvanların etinden kartallar da pay alırdı, uçuş noktaları da bize kara haberi verirdi. Biz de acele ile ve korku içinde oralara giderdik. Özet: Bu Tanaş”, hem çok sevilen, hem de çok üzen bir inekti...     

Tanaş'ın bana özel capcanlı bir anısı da şöyle:  Ben yayla ovasının Haftariç köyü yaylasına yakın bir yerde 9-10 yaşlarında bir “şivanım” önümde doydu doyacak küçük bir yavru sürüsü var. Birden bire bir bağırtı duydum, “Tanaş’ın yavrusu golik ”, sesin annesine ait olduğunu anladı, hemen cevabi sesler çıkarıp koşmaya başladı ve kısa zamanda buluştular. Tanaş, önce yavrusunu selam verircesine yaladı ve sonra da haydi emmeye başla der gibi bir pozisyon aldı (alıntılanan temsili fotoğraf gibi): 

Bu buluşmaya engel olmaya çalışırsam Tanaş'ın, sivri uçlu, yarım ay boynuzlarına hedef olacaktım. Bu düşünce ile onlara yaklaşmıyordum. Mutlu buluşma anında yavrunun ağzına aldığı memeyi istekle emişi, o hazla annesine tos vuruşu ve kuyruk sallayışını izleyip, ağlıyordum.

Annem haberi almış, yanımıza varmıştı bile. Ona, kekeleyen kesik kesik hıçkırıkla olanları anlattım. Annem, gözyaşlarımı sildi, saçlarımı okşadı ve “Tışt nabi” (olur böyle şeyler) diyerek uzun uzun öptü.

Gözyaşlarım dursa bile üzüntüm henüz bitmemişti, çünkü Tanaş sütünü önce sahibi olan anneme değil de yavrusuna vermişti. Bu da bana görevini yapamamış olan birisinin mahcubiyetini yaşatmıştı.  

Eğer olay bugün olmuş olsaydı; “ O, kendisine ait sütü emmekle olması gerekeni yaptı” der, sevinirdim. 

Ama o gün ne  çok ağlamıştım!... Ne çok… 
   
Şimdi de yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım.


Diğer yazılarım: tıklayınız


8 Mayıs 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (4)


Hafıza bir görüntü ister.
Bernard Russell 

Geçen hafta Mezela Spi zirvesine ulaşınca doğaya kuş bakışı ile bakmış, biraz oyalanmış, dinlenmiş ve Peri Suyu Vadisi görsel coşkusuna kapılmıştık. O coşku ile oynamış, eğlenmiş yayla evimize bir "mutlu-yorgun" olarak varıp, gecelemiş ve yeni güne hazırlanıp yeniden köyümüze dönmüştük.

Dün, bugünkü yazımı düşünerek kahvaltı yapıyor, aynı zamanda da FOX TV’de İsmail Küçükkaya’yı dinliyordum. Günün sürpriz konuğu ise: milyonların oyunu aldığı halde yok sayılmaya çalışılan partinin (HDP) Eş Genel Başkanı Mithat Sancar idi. Sn. Sancar, çok donanımlı bir hukukçu, sevecen biri kişilik... Tane tane ve vurgular yaparak herkesin anlayacağı şekilde konuşuyordu. Bu da monoton, dışlayan, ayrıştıran haberciliğe bir tat, bir renk katıyordu.

Sn. Sancar’ın bu etkili konuşmasındaki bir cümlesini, şöyle özetledim: “Anadilim Arapça idi, sokakta Kürtçe konuşan Kürt ikiz kardeşlerim ile tanıştım, Kürtçeyi de öğrendim...”  Sn. Sancar ile hemşehri olan Sn. Murathan Mungan da diyor ki: "Bildiğim, toprağın değil, dilin vatan olduğudur, insanı kardeş eden dildir. Kan bağı aldatır. Çünkü bağ çözüldüğünde geriye kan kalır." İşte bu sözler beni düşündürdü, etkiledi ve yazımın akışını biraz değiştirdi.…
   
Mezela Spi zirvesinden Peri Suyu Vadisi’ne bakarken doğanın o muhteşem görselliği duygularımı ele geçirmiş olacak ki, buradaki toplumsal dokuya  çok fazla yer vermemişim. Oysa doğa insanla bütünleşirse, ancak o zaman anlamlı bir yaşam alanı olabilir. Bunun için “soysal hafıza”yı da dillendirmeli...

Bilirsiniz, mitolojide Olympos dağına yerleşerek yer ve göğe hükmeden tanrılar tanrısı Zeus ile diğer tanrılar arasında zaman zaman güç savaşları yaşanır. Bu efsanelerden bir de şöyle:  Prometheus ve Epimetheus adında iki kardeş tanrı varmış. Çok akkıllı ve insan sever olan Prometheus, Zeus’a haber vermeden ateşi çalıp insanlığa hediye eder. Zeus buna çok kızar ve öç almak ister, ancak çok akıllı olan Prometheus yerine, onun biraz safça olan kardeşi Epimetheus’u hedef alır. Ve Epimetheus’a, yaratmış olduğu güzeller güzeli “Pandora”yı sunar. Zeus, ayrıca Pandora’ya; ‘kesinlikle açmayacaksın!...’  diyerek kapalı bir kutu hediye eder. Ancak Pandora, merakına yenik düşer ve 'acaba içinde ne var' diyerek bu kutuyu açar. Ve Zeus korkusu içinde hemen o anda kutuyu yeniden kapatır. Ama ne yazık ki olan olmuş ve  kutuda sadece umut tutuklu kalmış, diğer tüm kötülükler de dünyaya yayılmıştır…

O günden beri kötülükler ortaya çıkınca; “Pandora’nın Kutusu açıldı!" derler.

Bu bir efsane… Biz yine konumuza dönelim.

Peri Vadisi - Barış Vadisi

Peri vadisi; Erzurum sınırları içinde doğan Peri Suyu'nun, Bingöl'ün Yedisu, Kiğı, Yayladere, Elazığ'ın Karakoçan, Tunceli'ın Nazmiye ve Mazgirt ilçelerinden geçip Munzur'la birleşerek Fırat'a dökülene kadar devam eder.

Bu vadiyi çevreleyen pek çok dağ ve tepe vardır, biz bunları temsilen o vadide karşı karşıya duran en heybetli dört dağı seçelim: Çiya Korboğê ile Grê Gagfine ve karşılarındaki Silbus ile Taru, dağları... 

Bu dağlar, ilkbahar ve sonbaharda mitolojide anlatılan korkulu efsenler benzeri çokça savaş çıkarırlar. Yüklü bulutların arkasına saklanıp karşılıklı korkunç sesler çıkarıp bombalar atar, ışık hızlı mermiler, kül eden şimşeklerle savaşırlar.Sular coşar, fırtınalar çıkar. Tüm canlılar çaresizce korku içinde sinip bakar olup bitenlere. Zaten buradaki tüm canlılar sıkça olan yangın, sel, çığ ve deprem felaketleri yaşadıkları için ürkek ve de korkaktılar. 

Fakat buna karşın yaşam, kendi diyalektiği içinde akıp gider...

İşte bu yaşam diyalektiğine göre bu coğrafyaya (Peri Vadisi ve çevresi) bakarsak; Doğadaki biyolojik çeşitliliğin sosyal yaşama da yansıdığını görürüz. Daha öncesini çok iyi bilmesek bile asırlardan beri bu topraklarda Kürtler ve Ermeniler aşiretler halinde yaşarmış, çok sonraları 1071’de Türkler, 1700’li yıllarda Üsküp’ten Arnavutlar gelip yerleşmişler bu coğrafyaya. Demek ki buradaki köylerde, şehirlerde pazarlarda; İslam, Hristiyan, Sünni, Alevi inançları, Kürtçe, Ermenice, Zazaca, Türkçe, Arnavutça dilleri, farklı kültür ve yaşam tarzları yan yana gelmiş, karşılıklı hoşgörü ve saygı içinde yaşamış.

Belki bu insanlar; kimlik, inanç, sosyal yaşam, inanç farkları, ekonomik çıkarları için, daha çok da; su, tarla, bahçe, arazi, mera, alacak-verecek konularında karşı karşıya gelmişlerdir. Bu nedenle de; tartışma, kavga, bazen de ölümlü suç olayları da yaşanmıştır.

Ancak bölge insanları bu sorunlarını çözmek için hep ara bulucu bilge kişiler bularak ya da mahkemelerde haklarını aramışlar. Sonunda da dargınlıklar azalmış, barış olmuştur. Yöre insanlarının karşılıklı olarak; evlilik, kirvelik ve dostluklar kurması, bir arada yaşamayı daha kolay, barışı daha kalıcı,daha da güçlü kılmıştır. İşte bunun için; “Peri Vadisi = Barış Vadisi” olarak anılmıştır. 

Bir örnek olarak köyümüz Zenan bakalım; köyümüz, dört Sünni ve üç de Alevi köyü ile sınırları olan Sünni inancına bağlı bir köydür. Zaman zaman kendi içinde ve komşu köylerle su, tarla, bahçe, arazi, mera vb. gibi konularda karşı karşıya gelmiş olsalar da sonunda hep anlaşarak köy ve çevre köylerle barış sağlanmış birlikte yaşam kolaylaşmıştır.

 Ve “Barış Vadisinde” ‘Pandora’nın Kutusu’ Açılıyor

Şimdilerde Yedisu, Adaklı, Kiğı, Yayladere, Karakoçan olmak üzere toplam beş ilçe ve köylerini barındıran Peri Vadisi sadece Kiğı ilçesine bağlıymış. Ve bu yerleşim birimlerin hemen hemen yarısı da Ermenilere aitmiş. Buralarda insanlar, insani ve ticari ilişkiler kurmuş barış içinde yaşarlarmış. (Olur ya, eğer bu bilgilere inanmayanlar varsa, lütfen bilgisayardaki bir arama motoruna başvursunlar.)   

Ancak bu barış coğrafyası; 1900'lı yılların başlarında ve 1937'de çok büyük acılar yaşamıştır. 1909-1915 yılları arasındaki insani felakette Ermenilerin, malları talan edilmiş, çocuk-kadın-yaşlı suçsuzların bir kısmı öldürülmüş, kalanları ise zorunlu göç ettirilmiş, gidenlerin büyük çoğunluğu da göç yollarında ölmüştür. 1937 yılında ise, bir bölümü Peri Vadisi içinde yer alan  Dersimli Alevilerin çocuk-kadın-yaşlı suçsuz insanları mağaralarda imha edilmiş, bu insanların bir kısmı da başka diyarlara sürgün edilmiştir. Böylece çok büyük acılar yaşanmıştır. 

Şimdi herkese iki vicdani soru:

Bunca Ermeni neden/niçin köyünü, evini, tarlasını terk etti?  

Dersim'in çocuk-kadın-yaşlı suçsuz insanları neden/niçin öldürüldü?

Bence bu barış ortamını emperyalist işbirlikçi ve tetikçileri olan;  ağa, bey, şêx, mir, hamidiye alayı ve benzerleri tarafından yok edilmiştir. Bu sonuca da yalan yanlış algılar yaratarak, halkları ayrıştırıp inançsal, ırksal düşmanlıklar yaratılarak ulaşılmıştır. Böylece ikiz-üçüz-dördüz kardeşlik kalmış, ne de dünün "sevgili komşusu", kalmıştır. Bunların yerine öfke, kin, nefret dolu bir düşmanlık kalmıştır... 

Siz ne dersiniz?

Şimdi de yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım.


Diğer yazılarım: tıklayınız

1 Mayıs 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (3)


Geçen haftaki "Deşta Zenan (2)": “Şimdi eğer bu muhteşem Peri görüntüsüne arkamızı döner ve gelecek olan tatlı bir inişi 30-40 adım yürürsek, yolun  ikiye ayrıldığını ve tam karşımızda da “Deşta Zenan” olduğunu göreceğiz (Orayı çok özledim!..).” diye bitirmiştim.

O halde bazı coğrafi ve tarihsel bilgilerle kaldığımız yerden devam edelim:

Kürtçe olan “Mezela Sipi”,  Türkçe'de 'Beyaz Mezar' demektir. Burası iki büyük tepe olan: "Çiyaye Berojke" (Bu tepenin uzantıları aynı zamanda resmi bir sınır belirleyici olarak  kabul edilir: Doğuda kalan bölüm komşumuz Xajik köyüne, batısı ise bizim köye ait meradır. "Ziyaret Tepesi"  ya da 'Kutsal Mekan' kabul edilen burası hakkında çok fazla bilgi yoktur. Sadece burada; bir 'kutlu asker' olan 'Şehit Yusuf'un türbesi olduğu kabul edilir. Diğer ziyaret yerleri gibi burada da namaz kılınır, dilek dilenir, adak adanır, ağaçlara renk renk bezler asılır... Buradaki bir mağara doğal soğuk hava deposu olarak her mevsim buzla kaplıdır.)  ile "Beroje Mezin" (Büyük Dağ)'ın “V” şekilde kesişimiyle oluşan bir geçittir. 

“Mezela Sipi” için değişik hikâyeler söylense de en çok kabul göreni; güçlü belleği ve tarihi bilgisi olduğu söylenen şimdiki "Sağdıç" ailesinin dedelerinden biri olan "Memede Hese"ye aittir. O dedenin 2 nesil sonrası torunlarından biri olan 80 yaşındaki Aziz Sağdıç duyumunu şöyle özetlemişti: “Buraya 1600'li yıllarda bilinmedik göçer bir kabile yerleşmiş ve bir salgın hastalığa yakalanmıştır. Hastalığa tutulanlardan sadece birsi  sağ kurtulur, diğerleri kısa zamanda vefat eder..."  İşte bu insanların mezarlarına verilen isimdir, "Mezela Sipi". 

Ve o bilinmedik insanlara ait harabeler ve yazısız mezar taşları biraz ileride, yaylanın hemen başlangıç noktasında...
***
Kızlı erkekli genç çoğunluk; terden sırılsıklamdı, Mezela Spi rüzgârıyla üşümüştü, Peri Vadisi görselliği ile de büyülenmişti. Zaten bu çağın kendine özgü hayalleri, sevdaları, başkası ile paylaşılmaz olan pek çok gizli yaraları da vardı... Kimisi sevdiğinden ıraktaydı, kimisi yakınındaki sevdiğine kaçamak bakışlarla baksa bile; ('görenler ne der' diye) dokunamaz, ses veremez, suskun bir uzaklıkta kalırdı...   

Bu zirve aynı zamanda önemli bir kavşaktır da... Köyde buluşup, yaylanın dört mahallesine gidecek olanlar burada ayrılmaya başlar, mahallerden gelip köye gidecekler de burada bir araya gelirlerdi. Yaylaya gidiş-dönüş saatlerinde, ya yaylaya, ya da köye gidilirdi, bunun için yol trafiği genellikle tek yönlü olurdu. 

*
Karşınıza çıkan “Deşta Zenan”;  uzunluğu 7,6 km, genişliği 4,5 km olan engebesiz bir alandır. Karşıdan bakınca sağında: Çiyaye Berojke, solunda: Beroje Mezin, tam karşınızda ise Çiyaye Şawletê yer almaktadır    -15 Mayıs 2005; 4 kardeş Şawlet Tepesini asırlardır bekleyen söğüt ağacının önündeyiz- 
                  Yaylanın batısında;  Haftariç köyünün "Pilor Tepesi", kuzey-batısında da  Xozavit köyünün "Keleme Reş" (Siyah Orman) bulunmaktadır. Kısacası burası 5 dağ-tepe ve 4 komşu köy sınırları ile çevrili büyük bir plato ovasıdır. 

*

Gençler, “Deşta Zenan”a vardıklarında, günün aydınlığı yavaş yavaş grileşmeye başlar, güzel duygular eşliğinde esen serin ve hoş bir hava sarmalardı onları. Artık ne üşüme, ne ter, ne de halsizlik ve yorgunluk kalırdı. Kimileri omuz omuza “govend” oynayıp, türkü söyleyip, ıslık çalarken, bu mutlu- sevinçli coşku içinde türkü söylemeyi, oynamayı pek bilmeyen ben ve ben gibiler de kendilerine yer bulurdu.

İşte böylesi bir coşku içinde varırdık yayladaki evimizin kapısına…
Kürtçe’de köy evine: “Xani”, yayla evine de “Xırcit” ya da  “Gom” deriz.


“Xırcit” ya da  “Gom”lar kaba saba taşlarla örülmüştü, zaman zaman bu taşlar arasındaki boşluklardan kendilerine yol bulan; karınca, yılan, kertenkele gibi sürüngenler geçerdi. 

Kapının önünde bulunan açık alan, geceleri büyükbaş hayvanlar için barınma ve dinlenme yeridir. Keçi ve koyunlar, çevresi kurumuş meşe dalları çakılarak yapılan çitlerle çevrili, üstü açık bir "hewşe" (ağıl) içinde gecelerken, yavruları da "gomık" denen kapalı barınaklarda olurdu. 

Her hayvanımıza fiziksel özelliklerine uygun olarak verilen bir isim vardır, kapıya vardığımızda hayvanlara okşayan gözlerle bakar, onlara isimleri ile seslenirdik. Tabii ki onlar da bize ses verirdi, çünkü onlar kendi isimlerini bildikleri gibi, bizi  de sesimizi de tanırdı. 

Sonra anne ve kardeşlerimizin yanına varır, onlarla selamlaşır, günü özetleyen sohbetler eder, ocakta yanan odun alevlerinin ışıltısı, çıtırtısı ve gaz lambasını ölgün ışığı altında otururduk. Sonra rahle benzeri "korsi" dediğimiz oturakları alır oval ceviz masanın etrafına  dizilerek otururduk. Ve elimizdeki "kevçi" (tahta kaşık)  ile ortadaki büyük çukur bakır kapta "helal hazır ne varsa ” hep birlikte yerdik.


Ocaktaki meşe kütüğü kor olup yavaş yavaş küllenip sönmeye yüz tuttuğunda; vücudumuza hakimiyetimiz azalmış, uyku gözlerimizi yormuş, başımız da ha düştü-düşecek olurdu. Yarına da dinç kalkmak lazımdı!... (Gençler; sık olmasa bile bazı geceler yayla yolundaki eğlencelerini, akşam yemeği sonrasında da sürdürmek isterler. Bunun için anlaşırlar, uykusuzluğu göze alarak daha fazla kişinin katılımıyla, daha coşkulu eğlenceler yaparlardı.)Eğer böyle bir program yoksa, yer yatağımız da hazırsa; hemen gaz lambasını söndürür, kıvrılarak yatağa girer ve yün yorgana sımsıkı sarılıp yatar uyurduk. 


Sabahın alaca karanlığında kalkmış olan annemiz; sütleri sağmış, bakır kazanda mayalanan yoğurdu keçi derisi "meşk" (yayık)'a yerleştirmiş, bize de kaymağı eksik olmayan bir  kahvaltı sofrası hazırlamıştır bile. Acelemiz olduğu için biz de hızlıca yerdik kahvaltımızı. Annemiz, köydekiler için hazırladığı kuru gıdaları  keçi kılından yapılmış heybe benzeri torbalara, sıvı olanları ise uzun saplı bakır kaplar içine koyar, bize teslim ederdi. Biz de, eğer o gün köye gidecek odun ve  kışlık yem varsa, eşek ya da katırımızı hazırlar, onları yükleyip köyün yolunu tutardık.

Ama yaylaya gelişimizdeki gibi türkü şarkı söyleyerek değil, bu kez daha acele, daha telaşlı, daha hızlı olmak zorundaydık. Çünkü kavurucu sıcaklar başlamadan işbaşı yapılmalı, yaylaya gelmeyen büyüklere de yiyecek içecek ulaştırılmalı... 

Bugünlük bu kadarla yetinelim, devamını da gelecek haftalara bırakalım.



Diğer yazılarım: tıklayınız



27 Nisan 2020 Pazartesi

KUMRULAR (1-4)


KUMRULAR (1)

Tam da 65+ yaş tutukluluk günlerimizde...

Tam da 21 Mart Newroz gününde...

İki konuk(!) KUMRU hiç çalmadan kapı/camı girmiş balkonumuza...

Biz onları ilk gördüğümüzde keşif yapıyorlardı.

Dilek Hanımla izledik onları uzun süre ses çıkarmadan ve büyük bir heyecanla...

Sonunda, köşedeki saksı ve çiçeğin tam da üstünde kendileri için yuva yapmaya karar kıldılar.

O günden beri çalı, çırpı toplayıp depreme dayanıklı bir yuva yapmaya ve bize can yoldaşı olmaya başladılar.

Biz de artık bu balkonu; onların “mahremiyetini” bozmadan ve izin alarak ortak kullanmaya karar verdik.

Ve onlardan izin alarak, şimdilik birkaç görseli sizinle paylaşacağız. 

Birlikte yaşayacağımız güzel günleri de ayrıca haber vereceğiz... 
Emin Toprak - 23/03/2020




KUMRULAR (2)

Evimiz dördüncü katta. Salonumuzun bahçeye bakan tarafını boydan boya kaplayan büyükçe bir pencere var.

Bu pencerenin önünü kapatan ve Mart ayında çiçeklerle coşan, bize de coşku yaşatan bir yabani erik ağacı var.

Salonun erik ağacına bakan sağ köşesinde bulunan berjer koltukta en çok ben otururum.

Oturunca kolçaklarıyla beni sarmalayan bu koltukta her gün, sırtımı erik ağacına dönecek şekilde oturup 2-3 saat kitap okurum. Tabi ki hem okur, hem de ara sıra etrafıma bakınırım.

Sağımda balkon, solumda üstünde beyaz ve ebrulu çiçekli iki orkide saksının olduğu dantelli örtüsü olan bir sehpa var.

Bir Yuva ve İki Yumurta

Sağ tarafa bakınca, saksı üstünde bir yuva, yuvada da iki yumurtası üstüne oturan kumrulardan birisini görüyorum. 21-25 Mart günlerinde çabucak yapmışlardı bu yuva ve iki yumurtayı...

Dün baktım ki kumru yuvasında değil, bu bir fırsat deyip hemen çektim yuva-yumurta fotoğrafını. Telaşla geldi nöbette olan kumru bana baktı, sonra yumurtaları kokladı kontrol etti. Ve sorun olmadığını görünce, oturup görevine devam etti.

Bugünlerde de onlar çok meşguller, bizim bilmediğimiz “guğurtuca” dilleriyle konuşuyor, haberleşiyor ve anlaşıyorlar.

Amaçları bu yumurtaları vücut ısılarıyla ısıtıp onlardan yavrularını çıkarmak, can vermek onlara... Bunun için de gece gündüz demeden nöbetleşerek oturup, sabırla bekliyorlar…

Onlar, bizden zarar gelmeyeceğini anladılar ki, sessizce yaklaşıp bakışıyoruz…
Ben “alışmasınlar doğadan beslensinler” desem de, Dilek hanım anaç davranıp, onlara yem ve su veriyor!...

Yakında bize iki güzel yavrularını da gösterecekler.
Heyecanla o günü bekliyoruz...
Emin Toprak - 02/04/2020
















KUMRULAR (3)
Günlerdir bekliyorduk.

8 Nisan günü saat 16,00’da ana kumruyu, parçalanmış bir yumurta kabuğunu yuvadan atarken ve yuvadaki bir yavruyu mıncıklarken gördük.

Evet!... Oldu işte...

İlk kumru yavrusu merhaba dedi, dünyaya ve bize...

Bu yavru mu yumurtayı çatlatıp çıktı, yoksa annesinin yardımı ile mi oldu, anlayamadık. Fakat anne çok titiz, yuvayı hemen temizleyip kırık yumurta kabuklarını balkonun kuytu bir yerine attı bile...

Böylece:

26 Mart günü başlayan kuluçkaya yatış 15 gün sonra kirli turuncu renkte yün yumağı benzeri bir yavrunun doğumu ile son buldu.

Anne hiç fırsat vermiyor çekim yapmamıza. Biz de gizli gizli izliyoruz, onları...
Bakın şimdi de kursağında hazırladığı besinleri, kusup yavruyu beslemeye başladı.

***


Gözler balkonda ve kulaklar çıtırtılarda...

İkinci yavruyu bekliyoruz:
“Belki de birer gün aralıklı yumurta yaptığı için ikinci yavru da bir gün sonra çıkar. Kim bilir!...” diye düşündük iki gün boyunca.

Ve oldu işte!...

Nihayet 10 Nisan günü “beslenme saatinde” kusmuğunu “bir ona bir ona” yavrularına paylaşırken yakaladık anne kumruyu.

Demek ki, ikinci yavru da dünyaya merhaba demiş. (Doğum günü ve saati meçhul...)

***

Evet!...

Nihayet 15 Nisan günü saat 18,45’de görüntüledim iki yavruyu bir arada... 

Büyümüşler, hem de yuvayı dolduracak kadar büyümüşler!...

Çok şık görünmeseler de artık altıntopu iki yavrumuz var!...

Yumurta kabuğunun çatlaması ile dünyaya merhaba diyen bu yavrular yaşamak için şimdilik anne-babaya bağımlı onlara ihtiyaç duyuyorlar. Kumrular memeli hayvan olmadıkları için sütleri yoktur. Onlar süt yerine kusmukları ile beslerler yavrularını.

Bunlar; çiftliklerdeki gibi elektrik ısıtıcılarıyla değil, ana kucağında yaşam bulan (güncel söylemiyle); “Hem yerli, hem milli, hem de organik...” yavrular...
Emin Toprak - 15/04/2020


KUMRULAR (4)

Sizlere; kumruların nasıl yuva kurup, yumurtladıkları, iki yumurtanın 15 gün sonra; “Çok şık görünmeseler de altıntopu iki yavru!..” olduklarını yazmış ve nasıl beslenip, büyüdüklerini görseller eşliğinde üç ayrı yazı ile anlatmaya çalışmıştım.

İşte o iki çirkince(!) yavru gün be gün gelişti, büyüdü ve güzelleşmeye başladılar…
Artık onların güncelerini de tutmak şart oldu:

16 Nisan günü; saat 19 sıralarında anne, yavrular bırakıp gitti. Saat 24’de uyumaya gittiğimde daha gelmemişti. Sonrası saatlerde ise hep gecenin soğuğundaki o anasız kalan yavruları düşünüp durduk, uykusuz kaldık ikimiz de. Gece boyu birbirimizden habersiz onları kontrolle gidip, ‘vah!.. vah!..’larla geri dönüyorduk. Yavrulara elle dokunulursa annesi onları terk eder derler ya, bu nedenle dokunmak istemiyorduk. Ama ben de kâğıt mendille hafifçe dokundum onlara, birisi hırıltılı bir tepki verdi fakat diğeri hiç tepki vermedi. Üzüldüm…

Sabah saat 7 olduğu halde ana-baba kumrular yoktu. Bu kez de acaba onların;“ başlarına bir şey mi geldi!..” endişesini yaşadık. Acaba bu yavruları korusunlar diye “Doğal Yaşamı Koruma” örgütlerini mi, yoksa belediyeyi mi arasak, onlara ne desek, bu arada biz ne yapalım diye sürekli senaryolar kurmaya başlamış ve ayrıca “yavrular ölür!..” üzüntü ve korkusu içindeydik. Nihayet 7,30 gibi anne çıka geldi, yavruları besledi, oynaştı, çok sevindik. Akşam saat 19 civarı yine bırakıp gitti… 

Haaa bugün bir yavru (henüz 8 günlük), annesiyle konuşup-oynaşırken coşkuya kapılıp kanatlarını çırptı!...

17-18 Nisan günleri; yine saat 6,20 gibi anne geldi besleme-oynaşmalar devam etti, akşam yine yavrularını bize bırakıp gitti/gittiler.

Biz de kendi aramızda; "yavrular hızla büyüyor, artık yuvayı iyice doldurdukları için anneye pek yer kalmıyor… Artık bebeklik-çocukluk bitti, yeniyetmelik dönemi başladı!... Kim bilir belki bu yüzden, her akşam onları besleyip uyuttuktan sonra yuvadan uzaklaşıyor... Demek ki yavruları uçuncaya kadar onlara gündüz kendileri bakacak, geceleri bize emanet..." Deyip şakalaşıp, gülüşüyorduk.

19 Nisan günü; bugün yavrular 11 günlük oldu. Yaşamları diğer günler benzeri devam ediyor...

Saat 16.30 ben berjer koltuğuma oturmuş kitap okuyordum.

Birden şıngırtılı bir gürültü ve kanat çırpma sesleri duydum, irkildim.
Bir de baktım ki, kocaman kapkara karga bir yavruyu pençesine almış. Ve sanırım uçup kaçacak boşluğu bulamamış ki, panik içinde.. Ben, hem çığlık atıp Dilek Hanımı çağırdım, hem de elimde kitap, ayağımda tek terlik olarak balkona fırladım. Karga ile adeta boğuştum.

Boğuşma sonunda karga uçup kaçmış, pençesinden aldığım yavru ve karganın kuyruğundan kopan birkaç telek de benim elimde kalmıştı… Diğer yavru görünürde yoktu, panikledim. 

Dilek Hanı işte orda!... deyip yere düşen saksı-yuvayı gösterdi.

Evet, yavru hareketsiz olarak orada, yerde duruyordu. Onu yavaşça avucuma aldım, yaralanmış gibiydi, ama yaşıyordu!... Kanadını hafifçe açmaya çalıştı, sanki "işte burası acıyor!" der gibiydi.

Ben yuvayı yerine yerleştirdim, anne-baba kumrular girsin diye bıraktığımız cam aralığını iyice küçülttüm. Dilek Hanım yerleri temizledi, toparladı ve 1979’da kızımıza oynasın diye aldığımız, misafir çocukları ve torunumuzun da zevkle oyunlar oynadığı Zeynep’i alıp geldi.

Zeynep otursun diye ona balkon camı önünde bir yer ayarladı. Artık yavruları kargalardan Zeynep koruyacak!...

20-21 Nisan günleri: sabah 07, akşam 19 saatlerinde gidip-dönmeler, yuvanın yan çeperine ilişip, doyurmalar, onlarla konuşup, oynaşmalar için kurulan düzen devam ediyor.

Gelişmeler gösteriyor ki yakın bir gelecekte, uçmayı öğrenip uçacak, kendilerine yetecek, bir eş bulup "kumruca" bir sevgiyle yaşamaya başlayacaklar, İsteğimiz kargalara yem olmadan, özgürce yaşamaları...

Emin Toprak - 21/04/2020



Diğer yazılarım: tıklayınız