28 Haziran 2019 Cuma

Mukaddes Erdoğdu Çelik Yazmış


Mukaddes Erdoğdu Çelik, pek çok kitabın yazılmasına katkı sağladığı gibi sosyal medya ortamında da makaleler yazan çok üretici bir yazar. Geçen hafta size M. E. Çelik’in üç biyografik romanını okuduğumu ve bunlarla ilgili görüşlerimi yazacağımı söylemiştim.

İşte Türkiye sorunları ile dopdolu o üç eser:

Bizim Çakır Devrim Hamalı

Bu eser, aynı içerikle Ceylan Yayınları tarafından 2000 yılında: Bizim Çakır… 2001 yılında Devrim Hamalı…  2006 yılında ise Bizim Çakır Devrim Hamalı olarak okuyucu karşısına çıkmıştır.

İrfan Çelik (1950-1980) Bizim Çakır Devrim Hamalı eserinin öznesidir. Eşi Mukaddes Erdoğdu Çelik onu şöyle anlatır:

“Onunla mahkeme arkadaşı, kavga yoldaşı ve nihayet hayat arkadaşı olarak toplam yedi yılı paylaştım…
Onu bir sıkıyönetim mahkemesi salonunda tanıdım. 12 Mart darbesi ve balyoz hareketinin son halkasında, 1973’te…
Onu yine bir sıkıyönetim zindanında yitirdim. 12 Eylül darbesinin üçüncü sabahında…”

İrfan Çelik Yozgat-Yerköy-Köycü köyünden yoksul bir ailenin çocuğudur. Parasız yatılı sınavı kazanarak Tokat Öğretmen Okuluna gider. Okulda başarılı bir öğrenci olduğu için sadece seçili öğrencilerin yönlendirildiği: Ankara-İzmir-İstanbul’da bulunan Yüksek Öğretmen Okullarından biri olan İstanbul'daki Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na gitme hakkı kazanır. Okulda öğrenci lideri olan İbrahim Kaypakkaya ile tanıştır. Bu tanışma sonrasında Kaypakkaya, İrfan Çelik’i arkadaşlarına; “Bizim Çakır” olarak tanıtır ve “Bu Çakır, çok iyi, gelişmeye açık, olumlu özelliklere sahip.” Der.

İşte bu nedenle, Mukaddes Erdoğdu Çelik de; mahkeme arkadaşı, kavga yoldaşı ve hayat arkadaşı İrfan Çelik’ i anlatan kitabına: ”Bizim Çakır Devrim Hamalı” adını verir.

Yazar bu otobiyografik kitabı yazarken; sadece eşi İrfanı’ın kendisine anlattıklarına ve 7 yıllık beraberlik sonunda edindiği gözlem, yorum ve çıkarımlarıyla yetinmez. Ayrıca uzun/yoğun uğraşlar vererek İrfan Çelik’in pek çok akrabasına, mahalle, okul, sınıf ve dava arkadaşına, Filistin'de birlikte olduğu arkadaşlarına ulaşarak; onlara bazı bilgileri doğrulatır ve onlarını izinleri ile katkı sağlayan bazı yeni bilgilere ulaşır. Bu yöntemi eğitimciler; 'yaparak, yaşayarak, araştırarak, sorgulayarak, içselleştirerek öğrenme/üretme' olarak tanımlarlar. Ki, bu yöntemle, en kalıcı öğrenme ve en verimli üretim sağlanır.

Bende iz bırakan bu güzel eseri bazen ıslak gözlerle, bazen de erken sonlanan gülücüklerle, fakat hep saygı duyarak ve hayranlıkla okuyup bitirdim.

Eseri okumaya başladığım günlerde, kitabın yazarı olan arkadaşım Mukaddes’e: “Sevgili arkadaşım; “Bizim Çakır” olarak isimlendirdiğiniz ve büyük acının birikimi olan eserinizi hemen okumaya başladım. Anlatımınız, “acıyı bal eyleyen” bir akıcılık ve güzellikte... Bu günlük bu kadarla yetinip gelecek günlerde konuşmak üzere..." diye yazmıştım. 

Bu görüşlerimi sizin için de tekrarlayabilirim. O halde sanırım buraya üç nokta (...) koymak yerinde olur. Böylece eseri okuyacak olanlara, daha özgün değerlendirme, eleştirme ve katkıda bulunma fırsatı vermiş olurum. 

Kutsiye Bozoklar Kelepçeye İnat Hayat (1953-2009)

Kutsiye Bozoklar, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi öğrencisi ve henüz 20 yaşında Anamur'lu bir gençtir. 19 Mart 1973 günü, dört arkadaşı ile birlikte Şehremini'deki bir öğrenci  evinde iken, ev polislerce kuşatılır. Çatışma sonunda; Feryal Sarıoğulları sağ, Ali Şenci ve Kutsiye Bozoklar yaralı olarak çıkarlar, Ahmet Muharrem Çiçek ise öldürülmüştür.

K. Bozoklar, yaralı haliyle işkenceli sorgulardan geçirilir ve tutuklanır. Gerekli tedavisi zamanında yapılmadığı için çok büyük acılar yaşar, adeta ölüp, ölüp dirilir ve sonunda da ömür boyu tekerlekli sandalyeye mahkûm olur.

K. Bozoklar sandalyeye mahkûm olduktan sonra dava arkadaşları olan yoldaşları onu hiç yalnız bırakmazlar. Mukaddes Erdoğdu Çelik de sık sık birlikte olduğu sırdaşlarından biridir. Kısıtlı olan Kutsiye ve yaşlı annesine yoldaşları, ev ve hastane ortamlarında; psikolojik destek, ekonomik yardım ve her türlü hizmetleri bir örgüt disiplini içinde aksatmadan yaparlar. 

Bu anlayışla yapılan çalışmalar insana, dayanışmanın önemi ve gerekliliğini düşündürür ve insanı mutlu kılar. Belki bu kitabı okurken sizlerin de en çok etkileneceği bölüm, hiçbir çıkar gözetilmeden yoldaşça yapılan bu dayanışma anlayışı olacaktır. 

Yazar, K. Bozoklar'ın hayatını anlatırken de sadece ortak yaşantı gözlem, yorum ve çıkarımlarına yer vermemiş, pek çok akraba, okul, sınıf, mahalle ve dava arkadaşları ve evde, hastanede hizmet edenlere ulaşarak, yeni bilgilere, anılara ve belgelere ulaşmıştır. 

İşkenceler, hapislik, sandalyeye mahkûm olmak ve tüm yaşananlar, K. Bozoklar'ı hiç yıldırmamıştır. O, her ortamda inandıklarını dile getirir. Dergilere Işık Kutlu mahlasıyla yüzlerce makale yazar. Ülke gerçeklerini anlatan bu yazıları;  betimlemelerle süsler, şiirsel bir akıcılık ve yalın bir dille sunar.  Böylece yoldaşları olan işçi-emekçi ve öğrenci gençliğe ışık tutar, onlara coşku verir. 

12 Eylül karanlığı içinde o, devrim için sürekli üretim yapan, çok sevilen birisidir. Sürekli kitap okur. Onun için yayınlanan her eserin alındığını; Onun da okuyup gerekli notları aldıktan sonra arkadaşlarıyla paylaşıp, tartıştığını daha sonra da kitabın  kitaplık rafına konulduğu (kitaplarına çok düşkün olduğu için kimseye vermek istemediği...) belirtmektedir.

K. Bozoklar, kısa yaşamı süresinde, biri şiir olmak üzere 11 kitap yazmıştır. (Ceylan Yayınları) 

Dünya devrim tarihinde, erkeklerle birlikte eline bazen silah, bazen kalem almış, eylemleri ve söylemleriyle mücadelelere katkı sağlamış pek çok kadın vardır. Fakat sonraki yıllarda nedense bu kadın kahramanların pek çoğu anılmaz ve unutulur. Ülkemizde de böyle kahramanlar çoktur.  Bence Kutsiye Bozoklar da bunlardan birisidir. 

Alim’e Yazıldı

Besile, Palu’da doğmuş okula gidememiş, Diyarbakır’da büyümüş evlenmiş üç erkek çocuğu olan bir anne... Evinde kendisi, üç erkek çocuğu ve kocası ile birlikte beş nüfus yaşarlarmış. O coğrafyada sürekli çatışmalar ve ölümler vardır.  Gençler istediği okullara gidemiyor, işsiz, güvencesiz ve huzursuzdur. 90’ların o çatışmalı ve savaş ortamında büyüyen büyük oğulları Şivan, bir gün kendilerine haber vermeden evini terk edip dağdaki gerillalara katılır.

Besile anne, çok üzülüp oğlunun özlemini çekerken, bir yandan da dert ortağı, can yoldaşı ortanca oğlu Ali’nin de bir gün kendilerini bırakıp gideceği endişesi ve korkusu içindedir.

Oğlu Ali'ye yalvarır, ondan kendilerini bırakıp gitmeyeceğine dair sözler alır. Fakat abisinin gidişinden beş yıl sonra Üniversite sınavına girmiş olan oğlu Ali de apansızın bir mektup bırakarak evini terk eder ve abisinin yanına gider. Orada bir süre eğitim aldıktan sonra da DAİŞ ile savaşmak için Kobane’ye gider.

İŞİD bombacısı katillerin, Suruç’ta toplanıp Kobane’ye gitmek isteyen gençlerden 30 canımızı öldürdüğü günlerde, Rojava’da da İŞİD çetecileri ile çarpışan Besile Narin'in Alim dediği 21 yaşındaki oğlu Ali de öldürülür...  

İşte böyle bir Türkiye gerçeği: “Alim’e Yazıldı” ...   


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

21 Haziran 2019 Cuma

“Arkadaş”


Eğer son üç yazımı okuduysanız, üçünde de yıllar öncesi arkadaşlarımı anlattığımı görmüşsünüzdür. Bu arkadaşlarım; söylem, eylem ve ürettikleri ile tanınmış olan kişilerdi. Hoşgörünüze sığınarak bu yazımı da üretken başka bir arkadaşıma ayırmak istiyorum.

Eğer bu dört arkadaşımı tanıtmak için kendimce bir öncelik sıralaması yapmış olsaydım, bugün size tanıtmak istediğim arkadaşıma öncelik verip onu en başa alırdım. Ama öyle yapmadım, onu sona bıraktım.  

Peki, onu neden sona bıraktım?

Çünkü onunla daha eskiye dayanan bir tanışıklığım vardı.

Çünkü bu arkadaşım bana epeyce emek verip, katkı sağlamıştı.

Çünkü onun toplamda 1100 sayfa tutan üç kitabını okumuştum.

Çünkü okuduğum o kitapların her sayfasında; ilgi ve duygularım dile gelmiş, bazen çok üzülmüş-ağlamış, bazen alkışlayıp-sevinmiş, bazen yermiş, bazen de çizgiler çizerek, soru ve ünlemlerle biten notlar almıştım.

Çünkü o 1100 sayfada; yoldaşlarımla karşılaşıp, kendimle yüzleşmiştim.

Çünkü…

İşte böyle bir arkadaşımı tanıtacak ve eleştirecek bir yazı yazmak benim için çok da kolay değildi. Parmaklarım kararsız, sözcükler uçuşuyor, yazmak zorlaşıyordu.

Siz de (haklı olarak) “çünkü” ile başlayan bu cümleleri okuyunca benim durumumu; ‘zoru sona bırakmak kolaycılığı’ olarak tanımladınız değil mi?

Evet, bence ‘zoru sona bırakmak kolaycılığı’ tanısında bulunmanız haklı bir tespit olur. Yani bu ötelemenin asıl nedeni, zordan kaçmanın örtük bir korkusu…

***
Kuşkusuz bu arkadaşlığı daha iyi değerlendirebilmek için biraz da o zamanki ‘beni' tanımanız gerekiyor:

Öğretmen okulu sınavını kazandın!... Gel, seni öğretmen yapalım!... Dediklerinde yıl 1962 ve ben henüz 12 yaşındaydım. Çağrıya uyup gittim, ikinci sınavı da kazandım. Böylece annemden-köyümden çok uzakta olan bir kentte altı yıl parasız yatılı olarak okuyacak ve öğretmen olacaktım.   

1963-1964 yılları, 13-14 yaşlarında bir öğretmen adayıyım, okumayı çok seviyorum. Derslerime çalışmak dışında, elime geçen gazete ve kitapları da okuyorum. Böylece; Çetin Altan, İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Fikret Otyam’ı tanımıştım... (Hatta saman yapraklı bir bloknota, Çetin Altan’ın “Taş”, İlhan Selçuk’un “Pencere”  yazılarından kesip yapıştırmış, kendimce bir arşiv bile yapmıştım.) Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Orhan Kemal, Yaşar Kemal … Ve H. Ali Yücel döneminde MEB tarafından çevirileri yapılan dünya klasiklerini okuyarak da dünyaya açılıyordum.

6 yıl sonra Türkye Öğretmenler Sendikası (TÖS) saflarında, muhteşem Tandoğan Yürüyüşü’ne ve düzenlenen boykota katılmış, öğrencileri, köyü, köylüyü, tüm emekçileri seven bir öğretmen olmuştum.

5 yıl ilkokul öğretmeni olarak görev yaptıktan sonra “müfettiş” olmak için sınavı kazanınca, istifa etmiştim. Böylece ekonomik özgürlüğü olmayan bir öğrenci olarak, yeniden anne-baba eline bakar olmuştum.


***

Mukaddes Erdoğdu Çelik

İşte bu durumu ve özellikleri olan biri olarak tanışmıştım o arkadaşla…

Bizi; kim nerede ve nasıl tanıştırdı pek hatırlamıyorum. Bir gün (ismi yerine), kendisini “arkadaş” olarak tanıtan; ufak-tefek bir kız ile tanışmıştım. Bu yeni arkadaş benden (tahminen) 3-4 yaş küçüktü. Bu tedirgin, mahcup, bazen çaktırmadan küt kesilmiş tırnaklarını koparmaya çalışan kızı dinledikçe ona güvenmiş ve saygı duymuştum. 

İlk iki buluşmamızda sohbet konumuz, Dünya ve Türkiye’deki sol-sosyalist gelişmelerdi. Bu konularda bazı açıklamalar yaparak, benim görüş ve katkılarımı istiyordu (böylece beni tanımaya çalışıyordu). Bazı konuları ilk kez ondan duyuyor ve öğreniyordum. Çünkü dünya ve Türkiye'de  güncel olan sosyo-politik konuları iyi biliyordu.

İşte bu görüşmelerde  bazı ortak noktalarımız bulunmuş olacak ki, artık haftada bir, bazen de on beş günde bir buluşmaya başlamıştık. Buluşmalarımız bazen üçlü bazen de ikili oluyordu. Ve artık o benim arkadaşım olmaktan çok, bir öğretmenim olmuştu.

Toplantılarda daha çok, teksirlere yazılmış konuları okuyor ve tartışıyorduk. Çin'de ‘Kültür Devrimi’,  Mao’nun ‘Kızıl Kitap’ı  Arnavuluk’ta Enver Hoca, Hindistan’da Çaru Mazumdar, Üçüncü Dünyacılık, Sovyetler Birliğinde Revizyonizm, Türkiye’nin sosyo-ekonomik tahlilleri, Türkiye Solu'nda olup bitenler v.b konularımızı oluşturuyordu. 

Bir sonraki buluşmamızın tartışma konusunu belirleyip, toplantımızı bitiriyorduk. Bu da bizim sonraki toplantıya hazırlıklı ve etkili katılımımızı sağlıyordu.  

Ülke çapında can güvenliği kalmamış, hemen hemen tüm fabrikalarda, üniversitelerde, yüksekokullarda ve meydanlarda; boykot, grev, işgal eylemleri çoğalmıştı. Öğrenci-işçi dayanışması çoğalmış, soldaki bölünmeler de hızlanmıştı. Polis baskısı arttıkça artmış, polisler bile aralarında Pol-Bir ve  Pol-Der iki bölme ayrılmıştı.

Kimi okulundan atılmış, kimi okulunu bırakmış, kimi işsiz, kimi işinden atılmış, kimi yaralı, kimi büyük acılar çekmiş, kimi sorgu odalarında, sivil-askeri cezaevlerinde işkence görüyor, kimi hayatını kaybediyor. … Kaos yılları…

Böyle bir ortamda o arkadaş ile görüşmelerimiz kesildi ve uzun yıllar, haberleşmez olduk.

İşte o “arkadaş”ın Mukaddes Erdoğdu Çelik olduğunu çok sonra öğrenmiştim. O, ömrünün önemli kısmını, işkenceli sorgu odalarında, hapishanelerde, grevlerde, direnişlerde geçirmiş biriydi. Onun yoldaşı ve kocası da hapishanede tutuklu iken intihar süsü verilerek öldürülmüştü. 

Şimdilerde ise o çok bilindik biri... Nerede bir insan hakkı ihlali varsa orada, bir insan hakları savunucusu aktivist olarak onu görürsünüz.

Mukaddes Erdoğdu Çelik, o acılı yıllardaki yaşanmışlıkları anlatmak için üç dev otobiyografik roman yazmıştır. Bu kitaplarını, özelde İrfan Çelik (eşi), Kutsiye Bozoklar ve ‘Alim’ için yazmış olsa da, aslında o eserler acılarla dolu bir süreci kapsamaktadır. Bu sürecin bilindik bilinmedik pek çok öznesi yer alır bu eserlerde. Bu eserlerde onların; anıları, eylem, söylem, yanılma ve özlemleri anlatılmaktadır.

Bu eserler, resmi tarihin inkâr ve  karalamalarına inat olarak; yaşanmış olan o kanlı-acılı-faşist dönemi gerçek belgelerle gün be gün anlatmıştır. 

Böylece size arkadaşım/öğretmenim Mukaddes Erdoğdu Çelik'i kısaca anlatmış oldum. Fakat onun yoğun emek vererek yazmış olduğu üç eseri ile ilgili görüşlerimi sonraki yazıma bıraktım.

Devam edecek…



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız



7 Haziran 2019 Cuma

Bizim Sofra

Tanışıklıkları 57 yıl öncesine dayanan öğretmen okulundan 33 arkadaş, Muzaffer Yılmaz’ın organizasyonu ile İstanbul ve İzmir’den toplanmış 7 gün sürecek olan Dicle ve Fırat’ın hayat verdiği Mezopotamya gezisine çıkmıştık. İşte o zaman 'Bizim Sofra(*)'dan haberim oldu.

“Bizim Sofra” bir roman, yazarı Turan Yılmaz da okulda “abi” dediğimiz, bizden daha kıdemli biri… Yaz aylarını İzmir’de, diğer mevsimleri de emekli olduğu Almanya’da geçiriyor. Daha önceki okul gezilerimize katıldığı gibi bu gezimize de sevgili eşi Nesrin Abla ile birlikte gelmişti.  

Kitabı alınca imzalatma şansı bulduğum için sevinmiş, hemen çantama koymuş ve okumayı da İstanbul dönüşüne bırakma kararı vermiştim.

Antep-Adıyaman-Urfa-Mardin-Batman-Diyarbakır il sınırları içindeki (şimdilerde kısaca GAP da diyorlar) önemli tarihi dokuyu oluşturan arkeolojik-antik kalıntıları görmeye gitmiştik. Dicle ve Fırat’ın hayat verdiği Mezopotamya denilen bu bitek c
oğrafya; bilindiği kadarıyla 12 bin yıldır yaşam-ticaret olan, dünyanın en kadim bir bölgesi.

Bu toprakların yerli halkları güven içinde yaşamak için, Roma ve Perslerle sık sık görüşme, mücadele, savaşlarını… Kültür-sanat-felsefe-sosyoloji-tarih hakkında bildiğimiz resmi bilgilere ek bilgiler öğrendik. Bu bilgileri, kendi mesleki engin bilgi, kazanım ve anlaşılır sunumu ile anlatan Gagik Tur sahiplerinden ve tur rehberimiz Sn. Engin Pişkin yapıyordu.  Engin bey, geziye katılan her birimizle ayrı ayrı ilgilenmiş, iletişim kurmuş, bir arkadaş, bir dost olmuştu. Bizler de böyle bir dostla tanışma şansı bulduğumuz için mutlu olarak, doyasıya gezdik, gördük, bilgilendik ve ortak sofralarda birlikte olduk. Çok güzel bir hafta geçirdik.

***

Ve bu muhteşem gezinin hemen sonrasında İstanbul’a dönünce, evin o bilindik köşesindeki okuma koltuğuna oturdum ve 
(tüm getirisi demokratik bir kadın derneğine "armağan" edilen) Bizim Sofra'yı okumaya başladım. Aslında okuma hızım oldukça yavaş olduğu halde, kitabın akıcı ve sürükleyici havası, kısa sürede bitirmemi sağladı. 

Turan Yılmaz'ın Bizim Sofra'sında olup-bitenler; 1960'lı yılların son yarısında başlayıp 1985'lere varan bir zaman diliminde  yaşanıyor. Yani; Türkiye'deki faşist baskıların yoğunlaştığı, sendika- işçi-köylü-öğrenci hareketlerinin çok önem kazandığı ve dünyada da sorunlara duyarlı gençliğin ve emekçilerin coştuğu yıllar… 

Ayrıca bu yıllarda Türkiye Solu da kendi içinde küçücük çokça parçaya bölünmüş, kendi aralarında güç birliği yapmak yerine, bazen teorik, bazen de fiziki kavga yapmayı seçmişlerdir.

İşte bu yıllarda bir parti, ya da bir oluşum, ülkede demokratik-özgür bir çalışma ortamı bulamadığı için,  halk düşmanı politikalara  ve  baskılara direnmek için illegal çalışmaları seçmiştir. Bu amaçla bazı kadroları ile yurt içinde, bazı kadroları ile de yurt dışındadır. Yurt içindeki şartları objektif olarak değerlendiremeyen yurt dışındaki yönetici ve bazı kariyerist kişilerin ayrılıkçı, güvenliksiz çalışmaları sonucunda, örgütte kopmalar, dağılmalar ve tutuklanmalar başlamıştır…

Yazar; dar grupçu anlayışların kendi içinde eleştiri ve öz eleştiriye yer vermemelerini eleştirilmekte... Bu amaçla kısaca dünyadaki Sosyalist liderlere, gelişmelere ve sol birikime göndermeler yapılmaktadır.

Türkiye için; "Kürtler demokratik haklarını almadan demokrasi ve demokrasi cephesinin olamayacağı" gerçeği belirtilmektedir. 

Eserde betimlemelere çok fazla yer verilmemiştir. Ancak yalın bir dille yazıldığı için akıcılık kazanıp okuyucuyu kucaklamaktadır. Yazar, her insanda olduğu gibi örgüt içinde de insani duygusallıkların olduğu gerçeğinden hareketle, "Binbir Gece Masalları"ndan yaptığı alıntılar eşliğinde, 4 tutkulu aşka da yer vermiştir.

Romanın başkahramanları iki kişi; biri, feodal bir Kürt ağasının oğlu-varisi Fırat’tır. Diğer kahraman ise hem anne, hem baba tarafı İstanbul ve İzmir’deki büyük sanayi ve hizmet sektöründe ün sahibi olmuş aileden gelmiş ve en önemli varis olan Suda’dır. Suda henüz Fırat’ın ailesini tanımamakta, Suda’nın ailesi de Fırat’ın gerçek kimliğini bilmemektedir…  

Evet, Fırat ve Suda ailelerinden getirdikleri kültüre karşı durup, devrimci bir anlayışa sahip olmuşlardır. Fakat küçük burjuva kültürü ile yetişmiş oldukları için henüz bu özelliklerini kaybetmemişlerdir.

Romandaki diğer kahramanlara gelince onların hepsi de çok iyi eğitim almış, iyi meslek sahibi olmuş  elit kişilerden seçilmiştir. Bu durum benim için düşündürücü oldu…

Aslında 1917 Sovyetler ve Küba Devrim sırasında oluşun önder kadroları içinde  çok sayıda küçük burjuvanın yer aldığını kaynaklardan öğreniyoruz. Bu da insana; “niçin bizde de olmasın?” sorusunu sorduruyor.

Fakat mademki bu öğreti, işçinin-köylünün-gençliğin ya da emeğin ve geleceğin öğretisidir. O halde bu romanda onlara daha fazla yer verilmesi gerekmez miydi?

İşte “Bizim Sofra”yı bu duygu ve düşüncelerle okudum, ama daha bitmemiş, iki cilt daha çıkacakmış… Bekleyelim görelim…

(*) Bizim Sofra-Turan Yılmaz, 2019- Herdem Kitap 

05. 05. 2019 
Emin TOPRAK




Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


31 Mayıs 2019 Cuma

Bakan Ziya Selçuk Sınıfta Kaldı!...

Sn. Ziya Selçuk TTK Başkanı olduğu zaman işe hızlı başlamış ve eğitime önemli projeler kazandırmak istemişti. Hatta projelerin tanıtımı için katıldığı hizmet içi eğitim toplantılarında (çok istekli olduğunu belirtmek için): Kervan yolda düzelir  atasözünü slogan yaparak sık sık kullanmıştı.

Ziya Bey'in TTK başkanlığı pek uzun sürmemiş (zamanın bakanı H. Çelik ile anlaşamadığı için) görevi bırakmıştı. Böylece kervan yolda düzelmemiş, önemli çabaları da sahipsiz ve sonuçsuz kalmıştı... 

AKP iktidarı 16 yılını doldurmuş, MEB'i yöneten bakanlar sıkça değişmişti. Fakat başarısız olunmuş; öğrenci, öğretmen, veli ve kamuoyunda büyük bir memnuniyetsizlik oluşmuştu. MEB'deki bu yıpranmışlığı onarmak, oluşan olumsuz algıyı değiştirmek ve kötü gidişi durdurmak gerekiyordu. Bunları yapması için; sakin doğası, güzel konuşması ve akademik donanımı ile tanınan Prf. Dr. Ziya Selçuk atanmış bakan  olmuştu. 

Ve bu atama, partili-partisiz her kesimden büyük bir destek almıştı...  

Aradan yaklaşık bir yıl geçti. Sn. Selçuk bir hafta önce, bütün kanalların verdiği bir canlı yayında (sanki İstanbul yerel seçimi için) konuşuyordu. TTK başkanlığı deneyiminden ders çıkarmış ve daha temkinli konuşuyordu. Konusu; ortaöğretim kurumları için düşünülen değişim idi. Bu konuyu görseller eşliğinde sakin sakin, tane tane anlatıyordu: Değişim için hiç acele edilmeyecek, hedefe yıllar içinde adım adım gidilecekmiş. Yeni vizyon için sloganlar bulmuştu: "Az sayıda ders derinlemesine öğretilecek" - "Öğrencilerin küçük küçük çukurlar kazması yerine, kuyu kazması..." vb. gibi... 

Sn. Selçuk'un bu çağda; derslerin derin öğretiminden ve derin kuyulardan söz etmesi, bence ona hiç yakışmadı. Çünkü, geçen zaman ve bilimsel buluşlar bu derinlikleri sığlaştırıyor veya yok ediyor.

Öğretimde derinlikten çok, özgünlüğe ve sorup sorgulamaya yer vermek gerekir. Dikkat ederseniz Sn. Bakanın burada savunduğu diyalektik metotla yapılan neden-sonuç ilişkisine dayalı öğretim değildir. Sanırım derinlemesine öğretime örnek olarak; ezberci, sorup, sorgulamayan ve cinsiyetçi imam-hatip eğitim anlayışını gösteriyor. Bu anlayış (ismi imam-hatip olsun olmasın); okul öncesinde başlayıp üniversite bitinceye kadar çocuk-genç ayrımı olmaksızın her bireye etkili olarak uygulanmaktadır.  

Herkesin kendisi ve Yaradanı arasında olması gereken inançları, bizim ülkemiz okullarında zorunlu kılınıp herkese dayatılmaktadır.Bir de bize; Dinde zorlama olmaz derler. Şimdi gel de bunlara inan!... 

(Bertrand Russell, "Dinin korku üzerine kurulu olduğunu ve bu korkunun zulmü doğurduğu..." iddiasında bulunur.) 

Şimdi sayın bakana iki sorum olacak:
  1. Bugün eğitim sistemimizi etkisi altına alan imam hatip anlayışında; sormak, sorgulamak yoktur. Söylenenler, anlatılanlar ve yazılanlar sadece ezberlenip, kabul edilir. Bu mudur derinlemesine öğrenmek?
  2. Eğer birinci soruyu hayır diye cevaplandırırsanız ki, bilimsel kimliğiniz hayır demenizi gerektirir. O zaman eğitim sistemimizi bir ayrık otu gibi sarmalayan imam hatip anlayışından neden vazgeçmiyorsunuz?   

***

AKP iktidarında MEB'i yöneten her bakan kendince müfredatı ortaçağ eğitim anlayışına uyumlu kılacak eklemeler yaptı. Böylece kısa zamanda kitaplar, araçlar, yol ve yöntemler değiştirildi... Bu durum bilimsel temeli olmayan, sanki (birilerine yaranmak niyetlisi) bir yarış haline gelmişti. Bu yarışta her bakan bir önceki mevkidaşını geçmeye çalışıyordu. Bu konulara çeşitli yazılarımda yer verdim. Ziya Selçuk bakan olduktan beş gün sonra da; onu tanıdığım kadarıyla anlatan, atandığı için sevinç ve beklentilerimi belirten bir de yazı (o yazı için tıklayınız) yazmıştım.

Ziya Selçuk'u tanıyor ve onun akademik donanımına güveniyordum. Çünkü  onunla iki yıl aynı odada çalışmış bir meslektaşı idim. Bu tanışıklık bana; Onun yönettiği kurumda, birilerine yaranma amacıyla yarışa girmeyeceğini, çağ dışına çıkmış olan anlayışlara karşı duracağını ve MEB'e çağa uygun bir anlayış getireceğini düşündürmüştü. Ayrıca, eğer çaba ve istekleri kabul edilmez ise de, TTK başkanlığından ayrıldığı gibi, bu görevi de bırakacağını sanıyordum. 

Şimdi de diyorum ki, eğer Ziya bey, akademik donanımını kullanmış olsaydı; sorgulamayan bilim dışı anlayışlara karşı durur, bilimsel değişiklikler yapabilirdi. Ama O bu yolu seçmedi/seçemedi, yapılanları uygun bularak kurumun; diyanetin, dinci vakıf ve cemaatlerin denetimine girmesine karşı çıkamadı/çıkamadı.

Ben bilim insanı Ziya Selçuk'un bilimsel bir duruş göstererek, Ama, efendim!? Demesini beklerdim. Anlaşılan O, duygularının kuşatmasında kalmış ve; Peki, efendim. Demiş.  Tabii ki tercih onun...  

Ben ise yanılmışım, üzgünüm...

Önümüzdeki günlerde öğretim yılı bitecek, öğrenciler, dolaysıyla öğretmen ve veliler de karnelerini alacaklar. Ziya Bey'in de 10.07.2018 günü bakan oluşunun birinci yılı doluyor... Eğer bakan olarak ona da bir karne verilseydi, bence sınıfta kalırdı. 

Niçin mi sınıfta kalırdı? 
İşte sadece birkaç neden:
  • Eğitimi ortaçağ anlayışından kurtarmamıştır.
  • Zorunlu din dersi ve eklentilerini kaldırmamıştır.
  • Karma eğitimi yok etme girişimlerine engel olamamıştır.
  • Suçsuz yere KHK ile işten atılan öğretmenlere sahip çıkmamıştır.
  • Köle anlayışı ile çalıştırılan ders ücretli öğretmenlik ayıbını bitirmemiştir.
  • Pozitif bilim yöntemi olup, atıl bırakılan Evrim Teorisini, etkin kılmamıştır. 
  • Felsefenin önemini en iyi bilenlerden olduğu halde, okutmaktan kaçınmıştır. 
  • Bakanlık ve okulların üstündeki; diyanet, dinci vakıf ve cemaatlerin gölgesini kaldıramamıştır.
  • Okulunu okuyup sınavını kazanan müfettişleri atıl bırakıp ücretlerini kısarken, daha fazla ücret alan, hukukla değil, emirle iş gören mülakatçı müfettişlik oluşturuldu. 
  • Öğretmen atamalarında; bilimsel yeterlilik yerine, yandaş arayan mülakatçı anlayışa dur diyememiştir. 
  • ... 
Sizce, Sn. Ziya Selçuk bunca kırık not barındıran karnesi ile sınıfı geçebilir miydi?


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


24 Mayıs 2019 Cuma

"Bir Umut Bir İnsan"


(Sevgili Okurlarım Merhaba;
Baktım ki, en son yazımı 11 Ocak 2019 günü yazmışım. Bu uzunca bir süre değil mi?  
Bu ara verişimin nedenini soran çokça dostum oldu onlara hep: "İştahım yok" dedim. 
Dostlarım, bu cevabımı belki bir espri olarak düşündüler. Fakat bu benim gerçeğim idi. 
"Peki, bu uzun zamanda ne yaptınız?" soranlara da şu cevabı verdim: 
"Hiç boş durmadım, hep okudum, okudum."  
Neler mi okudum?
1940'lı yıllarda H.Ali Yücel öncülüğünde dilimize çevrilen dünya klasiklerinin Cumhuriyet gazetesince okurları için yenilenmiş olan kitaplardan 30 tanesini...
Üç sevgili arkadaşımın, 1968 sonrası Türkiye'sinde yaşayıp tanığı olduğumuz olup bitenleri anlatan anı-otobiyografik kitaplarını okudum. Bu kitaplar:
  • Mukaddes Erdoğan Çelik'in "Bizim Çakır" ve Kutsiye Bozoklar (Kelepçeye İnat Hayat),
  • Turan Yılmaz'ın "Bizim Sofra",
  • Veli Emektar'ın "Bir Umut Bir İnsan",
  • Tanışamadığım fakat çokça ortak arkadaş ve düşüncelerimiz olan (kelepçe dediği hasta sandalyesine bağımlı kalan ve en üretken olduğu genç yaşta kaybettiğimiz) Kutsiye Bozoklar'ın  "Sosyalizm İnsan Hayat" üzerine makalelerini...  
Mukaddes Erdoğan Çelik-Turan Yılmaz-Kutsiye Bozoklar-Veli Emektar mücadeleci dört yiğit insan, onlardan öğreneceğimiz çokça şey var. İlk üçünün eserleri hakkında düşüncelerimi başka yazılara bırakarak bugünkü yazımı Veli Emektar'ın "Bir Umut Bir İnsan" kitabına ayırmak istiyorum. 
Saygılarımla...)

"Bir Umut Bir İnsan" 

"Bir Umut Bir İnsan", Veli Emektar'ın anı-otobiyografi olarak yazdığı kitabının adı... Bu eserde, benim de yaşadığım veya tanığı olduğum çokça olay anlatılıyor. Hatta eğer bu eserin her sayfasında: arkadaşlarım, ortak duygularım, doğrusuyla yanlışıyla anılarım toplanmış dersem, hiç de yanlış olmaz.

Veli ve sonra eşi olan Günseli ile  okul arkadaşlığımız, Kadıköy-Fikirtepe'de olan Atatürk Eğitim Enstitüsü'nde (şimdiki Fen Lisesi) 46 yıl önce başladı ve iki buçuk yıl kadar sürdü. Veli'nin babasını çok tanımasam da annesi ve kardeşleri bizim de ortak değerlerimizdi diyebilirim. Yani aile boyu bir tanışıklık...

Okuldaki bölümlerimiz farklı olsa da ortak görüşlerimiz vardı. Ülkemizin sorunlarına benzer bakıyor, bu sorunlar için benzer çözüm önerilerimiz ve çıkarımlarımız vardı. Bu da bizleri arkadaş ötesi birer dost, yoldaş kılmıştı. 

Ülkemiz genelinde ve okulumuz özelinde oluşan olaylar sonucunda: Veli il dışında başka bir okula "sürgün" edilmiş, Günseli okulu bırakmış, ben ise okuldan atılmıştım. Sonra herkesin kendisine özel öyküleri, yaşam şartları ve ülkenin politik iklimi nedeniyle ilişkilerimiz ve iletişimimiz uzun süre kesintiye uğradı. 

Veli ile Fetihye'de karşılaştığımızda, kitaptan anlatılan acılar yaşanmış, aradan onlarca yıl geçmişti. İkinci karşılaşmamız geçmişteki acılı yıllarda ortak arkadaşımız ve ünlü bir öğrenci liderleri olan Bülent Uluer için Karacaahmet mezarlığında yapılan cenaze töreninde olmuştu. Sonrasında da ara sıra telefon ve sosyal medya kanalıyla görüşmeler yaptık. En son buluşmamız ise adı geçen kitabın tanıtımı için yapılan "imza günü" söyleşisinde olmuştu. 

***
 Veli Emektar, 1974 yılında başlayarak faşist baskılara başkaldırıp, hakkını arayan binlerce üniversite gencine; okullarda, salonlarda, meydanlarda, boykot, protesto ve işgallerde önderlik yapmış, emekçi grevlerine destek vermiş, etkin ajitasyon gücü olan gençlik liderlerinden birisi idi. 

O yıllarda ülkemiz ve dünyada yaşam koşulları zor, demokrasi, hak, hukuk, adalet eksiklikleri (şimdiki gibi) pek çoktu. Bu durum, işçi-köylü-gençliğin mutsuz olup, düzene karşı çıkmalarına başlıca nedendi.

Kendi varlık nedenini sadece egemen sınıfın hak ve çıkarlarını korumak olarak gören devlet güçleri de, bu insanların, insan haklarını yok sayıyordu. Okul, fabrika, meydan, hapishane yani hayatın her alanındaki en basit, haklı protesto ve karşı duruşları bile zalimce şiddet ve işkencelerle bazen ölümlerle sonlanıyordu. Yakaladıkları gençlik ve emekçi önderlerine karanlık sorgu odalarında fiziki ve psikolojik işkenceler uyguluyor, faili meçhul(!) ölümler ve kapanması çok zor yaralara, acılara neden oluyorlardı.

Ve ülkedeki bu zor günler son bulacağına, daha da azgın bir faşist yönetim 12 Eylül 1980 darbesiyle iktidarı ele geçirmişti. Ülke geleceğinin çok önemli umutları olan gençler ya yurt dışına kaçıyor, ya da yurt içinde halkın kendilerine sahip çıkacağı bazı güvenli bölgelere gidiyorlardı.

Veli yurt dışına  çıkma taraflısı olmadığı için örgütü onu güvenli çalışabileceği "Dersim" bölgesine göndermiştir. Kitabında, bu bölgede iken Kürtlerin yaşam gerçekleri ile karşılaştığını ve o yıllarda yakın çevrede olan bir depremde ise yoksulluk-yoksunluk ve çaresizlikleri görerek çok etkilendiğini detaylı olarak anlatmaktadır.

Bu süreç, Veli'nin kendisini geliştirmesi, üretmesi ve halden anlar olmasında çok etkili olmuştur. Böylece artık örgütüne; ülke ve dünya sorunları için çözüm yöntemleri, mücadele ve güç birliği ilkeleri hakkında katkı sunmakta, yapılan yanlışlara karşı çıkmakta, eleştiri ve özeleştirilerde bulunmaktadır. (Kendi yetilerinin kırsal alandan çok, kentlerde çalışmaya uygun olduğunu düşünmektedir. Fakat örgütü bu görevlendirmeyi yapmamaktadır, bu da onu üzmektedir.) 

İşte sorunların yumak olduğu böyle bir zamanda Veli bölgeden ayrılır ve sonra yakalanır. Sorgulamalar, baskılar, işkenceler ve çok değişik hapishanelerde sürüp giden yıllar...
*** 
1976 yılına kadar birlikte yaşadığımız pek çok olayı unutmuşum, kitabı okudukça hatırlıyorum. Veli, olayları tanıkları, zamanı ve detaylarıyla anlatıyor. Okudukça, Veli'ye hayran oldum, alkış tuttum ve onu kıskanmaya başladım. İçimden de; 
"Onun ya çok güçlü bir belleği var, ya da çok iyi bir arşivi..." dedim kendime.

Veli, kitabın 275. sayfasında 1974'nın Veli'sini yani kendisini şöyle tanımlıyor: "Yarı lümpen, yarı bıçkın, hem de sıkı bir solcu." 
Eğer birisi bana, "Okul arkadaşın Veli Emektar nasıl biri? diye sormuş olsaydı sanırım ben de buna benzer bir cevap verirdim. (Tabii ki 1974'ün Veli'si)

Aslında solculuğa hiç yakışmayan böylesi sıfatlarla kendisini tanımlaması onun özgüven sahibi ve samimi oluşunun bir göstergesidir bence. 

Samimiyet ve açık sözlülükle yazılmış olan bu kitapta Veli, hiç bir hileli yola başvurmadan, kendisini bazen çok önemsemiş, bazen acımasızca eleştirmiş, acılarını, sevinçlerini, sakarlıklarını ve pişmanlıklarını sansürsüzce anlatmıştır. Annesi, babası, kardeşleri, rakipleri, yoldaşları hakkında bazen övgüler, bazen acımasız yergilerde de bulunmuştur. 

Kitaptaki bu ve benzeri ayrıntılar okuyanlar; kimi zaman gülecek, kimi zaman derin derin düşünecek, bazen de ağlayacaktır. Birkaç örnek olarak: ülkücü mafya liderinin koğuşundaki esareti, hapishanede herkes bitlenince "Kimin biti daha besili ve daha hızlı" yarışmasını ve gece yarısı uykusuz kalarak fare besleme olaylarını sayabilirim. Veli yaşamındaki çelişkileri diyalektik bir bütünlük içinde okuyucusuna sunmaya çalışmaktadır. Bence, usta bir el kitaptaki içerikten hareketle bu acılı dönemin bir filmini yada dizisini çıkarabilir.  

Kitabı okuyunca, Veli'nin yaşanan acılar nedeniyle düşmanlarından öç almayı düşündüğü zamanlarda bile, "insan haklarını" savunan ve yaşama hakkına saygı duyan bir hümanist olduğunu göreceksiniz.  

Veli'nin, zamanla kendisini yenileyip geliştirmesi, olgunlaştırması, onun o çocuksu samimiliği ve ergen coşkusunu hiç eksiltmemiş, içindeki çocuk hep diri kalmıştır. 

 Muzaffer Oruçoğlu, bu kitap için; "Ebedi doku zayıftır" demiş. 

Veli de onun bu görüşünü, kitabın tanıtımı için arka kapakta sergilemiş. 

Kitapta çok derin betimlemeler, psikolojik ve sosyolojik tahlillere çok fazla yer verilmediği için belki Oruçoğlu haklı olabilir.  Fakat gerçekleri çok yalın anlatan bu kitabı eline alan her okuyucu; bazen heyecan, bazen üzüntü yaşayarak ve gelecek için umutlar besleyerek, hiç sıkılmadan ve bıkmadan okuyacaktır. 

İşte böyle bir kitaptır "Bir Umut Bir İnsan"
Eline sağlık Velo yoldaş... Devamı gelsin...    



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız