22 Ocak 2021 Cuma

Birsen Öğretmen (3)


Birsen, kendisine çok acı yaşatıp yorgun bırakan dünün gecesinden, derinlerden gelen seslerin yankısıyla birdenbire uyandı. Bu gece hatırlamadığı, belki de hatırlamak istemediği çokça rüya görmüştü. 

Yataktan kalkar kalkmaz, bahçeye bakan iki tarafı açılır kanatlı, ortası ise sabit pencerenin iki kanadını da açtı. Gözlerini kısıp, başını hafifçe öne eğerek, burun deliklerini zorlayan derin bir nefes aldı. Sonra da gözüne ilişen reçine budaklarından birini hafif hafif okşayıp, sevdi. Bu evin pencereleri nedeniyle unutamadığı bir yenilmişliği ve sonra da bu yenilgisi için: 'Çok iyi oldu' demişliği vardı. 

Hemen her düşüncesi onay alan, her isteği yerine getirilen Birsen'in bu kez isteği kabul görmemiş, baba-kız arasında uyuşmazlık çıkmıştı.

Konu: 

Evin, kavak ağacından yapılan yorgun pencereleri; çürümeye başlamış, her yıl yinelenen yağlıboya da sorunu çözmediği için bunların yenilenmesi gerektiğiydi.    

Bu yenileme; plastikle mi, yoksa ahşap ile mi olacaktı? İşte, ailede tartışma konusu olan asıl sorun buydu.  

Birsen, bilmem hangi 'pen' olsun diyordu, annesi her zaman olduğu gibi karasızdı, babası ise, çıralı çamdan yapılsın istiyordu. Sonunda da babası; çıralı-budaklı iyi bir çam ve iyi bir marangoz bulup istediğini yaptırmıştı. 

Birsen, bu pencereleri her ne zaman kullanırsa, hele hele o çok sevdiği reçine kokusunu istekle soluyup içine çekerse, ne zaman plastiğin çevreye verdiği zararları anlatan bir haberle karşılaşırsa, bu baba-kız uyuşmazlık konusunu anımsardı. Hem de daha sonra babasını, bu haklı seçimi nedeniyle kutladığı gün, onun sevincini ve kendisine sarılışını hiç unutmazdı. 

Yaza kapıyı aralamış; yağmursuz, bulutsuz ışıl ışıl bir bahar sabahıydı. Birsen babasına odaklanmış olarak pencereden bakmaya devam ediyordu.

Etrafı, 80 santimetre yüksekliğinde taş duvar ve duvarın üstü de çelik çitle çevrili 500 metrekarelik bir arsa. Bu arsanın yol tarafında; 144 metrekarelik tek katlı evleri, mutfak balkonunun altında alet kulübesi, biraz ileride sağ köşede; kokulu mor üzümlü asma ve renk renk gül-çiçekle donanmış olan altıgen prizma şeklindeki şirin ahşap çardak, onun tabanında da büyükçe bir masanın etrafına sıralanmış altı sandalye bulunurdu. Arsanın kalan kısmı ise bahçe olarak düzenlenmişti.   

Babasının tüm günü bu bahçede geçerdi. Burada istekle, kendileri ve dostları için meyve ve sebze ekim-dikim-bakım işlerini yapardı. İklime uygun çeşitli meyve ağaçlarından birer-ikişer tane dikilmişti. Sebzeler için de küçük alanlara bölünen bahçede hemen her mevsim; tere, roka, dereotu, maydanoz, semizotu, arpacık soğan gibi yeşil bitkiler olurdu. Bu mevsime özgü; patlıcan, domates, enginar, çilek, yeşil erik, maltaeriği ve dutlar yenecek duruma gelmiş, elma, kayısı, kiraz, şeftali, armut ise sıra bekliyordu. 

Açık pencereden bakınca; ağaçlardaki ürkek küçücük kuşların, daldan dala koşarak beslendikleri, kendi dillerinde konuşup, şakalaştıkları, şarkılar söyledikleri, kurnaz siyah kargaların ise sinsi sini bakarak av bekledikleri ve hakır hakır güldükleri görülüyor, duyuluyordu. Birsen, sanki bu kuşlara nispet olsun, sanki onlar oynaşıp birbiriyle konuşur da ben, Ben'imle konuşamaz mıyım dercesine, içine doğru yöneltti uykuya doymamış gözlerini: 

İçindeki ekran görüntüsü; 6-7 yaşlarında sapsarı lüle lüle saçlı, ela gözlü, beyaz yüzü hafif çilli, soluk pembe üzerine rengarenk minik kalplerle süslenmiş pileli eteği, sevimli hayvan figürlerinin olduğu soket çorapları olan bir kız çocuğuna odaklanmıştı. Bu zıp zıp zıplayan mutlu çocuk, "Biricik" diye çağrılan kendisiydi. O, şımartılmadan el bebek gül bebek büyütülmüş çocuk; her zaman evin ve eve gelen herkesin sohbet arkadaşı, ilgi, sevgi, neşe kaynağı olurdu. Ayrıca; 'O, soyu sürdürecek olandır' diye anne-babasının gelecekteki umudu ve gurur kaynağıydı.

Birdenbire, sırları bozulmuş silik bir aynaya dönüşen açık pencere camındaki kendisiyle göz göze geldi. İrkildi! Düşlediği ve konuşmaya çalıştığı, içindeki kendisine hiç benzemeyen birisi vardı o silik aynada! Geçmişi ve bugünü aynı zaman diliminde buluşmuştu o an. 

İşte tam bu düşüncelere dalmışken birden titredi ve yeniden irkilerek: "Bugün çok işimiz var.” dedi ve silik aynadaki görüntüsü kayboluncaya kadar ardın ardın lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. Biraz önceki dalgınlığı ve irkilmesi azalmıştı. Bir-iki kez tıklattığı kapıyı açıp, annesinin yatak odasına girdi.       

Şimdi iki kişilik yatağın tek sahibi olmuş olan annesi, kalkıp giyinmiş, yatağı ve örtüsünü düzenlemişti. Açık pencerenin iki yanında karşılıklı duran kolçaklı ahşap sandalyelerden sağdakine, birini bekler gibi ilişmişti. 

Birsen yanına varınca:

"Günaydın anneciğim!" -diyerek yanağından öptü. 

O da Birsen'in yüzüne bakıp, canlı bir sesle: 

"Günaydın canım!" -dedi.

Birsen içinden: " Yaşasın, dünkü suskunluğu kalmamış!" -diye çok sevindi ve onu yeniden kucaklayıp öptü. Sonra da:

 "Haydi anneciğim mutfağa gidip kahvaltımızı hazırlayalım." -diyerek mutfağa götürdü. 

Annesi,

 “Ben kahvaltıyı hazırlarım kızım!" -dediyse de kabul etmedi, onu pencere tarafındaki sandalyeye oturttu. 

Komşu kızları, taziye sonrasında çıkan kapları yıkamış, mutfağı da düzenlemişlerdi. Çay demlenirken, rafadan iki yumurta hazırladı. Sonra da buzdolabından kahvaltılıkları çıkarıp masanın ortasına sıraladı, her iki tarafına da tabak, bardak, çatal, kaşık koydu. Çay ve yumurtalar hazır  olunca kahvaltı başladı, fakat annesinin bazı iç çekişleri, çatal, kaşık, bıçak ve çay yudumlamaları dışında başka bir ses çıkmadan bitti.  

Annesi büyük kaybı nedeniyle yaşadığı şokun etkisinde idi, Birsen’in üzüntüsüne bir de okulundan gelecekleri nasıl ağırlayacağı konusunda bir gerginlik eklenmişti. Fakat dün akşamki komşu dayanışmasını anımsayıp, bu dayanışmanın bugün de olacağı düşüncesi, onu biraz biraz rahatlatıyordu. "Afiyet olsun anneciğim" deyip hemen kalktı, yapacak işleri sıralamak ve planlamak için salonu, odaları ve mutfağı yeniden dolaştı...

*** 

Okul müdürü, öğretmenler ilk derse girdikten hemen sonra çağırdığı görevli İsmet’e okuldaki bilgilendirme için hazırlanmış listeyi verip: "Bugün öğlenci öğrenciler okuldan çıktıktan sonra Birsen Öğretmene başsağlığında gideceğiz. Her öğretmen, geleceğim-gelmeyeceğim diye yazıp imzalasın.” -dedi. Okulda olanlar imzaladı, olmayanlara telefonla haber verildi. Sonuç olarak isteyenler: Müdür, 2 müdür yardımcısı 23 öğretmen, 2 memur ile birlikte 28 kişi olmuştu. Müdür, öğrencileri taşıyan firma sahibiyle konuştu, olumlu cevap aldı ve 27 kişilik olan midibüs istenen saatte okul bahçesine geldi. 

Çıkış zilinden 10 dakika sonra öğrenciler okuldan çıkmış, “geleceğim” diyen herkes midibüse binmişti, bir kişilik fazlalık konusu da en genç öğretmenin gönüllü olarak plastik tabureye oturma istemesiyle çözülünce yola çıktılar.

İl merkezine varınca, ürünleriyle meşhur bir pastanenin yakınında durdular. Okuldaki sosyal dayanışmalarda aktif olan üç öğretmen inip, börek ve tatlılardan birkaç çeşit alıp arabaya bindiler. O mahalleyi bilen bir öğretmenin rehberliğinde Birsen öğretmenin evine vardıklarında henüz güneşin ışıkları kaybolmamıştı. 

Birsen, annesi ve birkaç komşu, gelenleri kapı önünde karşıladılar. Önce herkes salonda toplandı, kısa bir "Hoş geldiniz, nasılsınız?" selamlaşması sonrasında daha rahat otursunlar diye kadın erkek ayrımı olmadan iki odaya dağıldılar. Birsen öğretmen salonda kaldı, müdürden başlayıp tüm gelenlerle tek tek tokalaşıp, başsağlığı ve sabır dileklerini alıp cevapladı ve diğer odadaki arkadaşlarıyla da aynı şekilde görüştü. 

Din dersi öğretmeni Yahya Bey, sesini akort etmek için biraz su içti ve: "Fatiha, Yasin, Bakara Mülk, İhlâs" gibi sureleri okudu. Dualarla sevabın "iman ehlinin" ruhlarına bağışlaması dileklerine, dinleyicilerin de “âmin” demesiyle son buldu. 

Tören, mutfakta hazırlanan yiyecek tabaklarının; ayran, su, meyve suyu, çay seçenekli olarak dağıtımı ve sofra duası okunduktan sonra bitti.

Müdür beyin kısa bir açıklama yapmasından sonra getirilen Emeklilik dilekçesi ve sınıfın karneleri okul memuru tarafından Birsen öğretmene verildi. 

Birsen, dilekçeyi hemen imzaladı, memura verirken de herkes “hayırlı olsun” dedi. Birsen, ellerini göğsüne koyarak “hepinize çok çok teşekkür ederim” diyerek topluca selam verdi. Karneleri alıp diğer odaya gitti. Bir arkadaşı hemen karneleri doldursunlar diye 5 öğretmene dağıttı. Birsen bazı eklemeler yapmak için karne dolduranlarla tek tek görüştü ve kısa bir süre sonra karne doldurma ve imza işlemleri bitti.

Her iki odada da sohbet başlamıştı. Sohbetin odağında ise Birsen vardı.  Yıllardır birlikte çalıştığı arkadaşları, iyi bir öğretmen, iyi bir dost olarak gördükleri Birsen'in; meslek başarılarını, sorumluluk duyarak, tutkuyla görev yapmasını, öğrencilerini yönlendirmesini, okul- aile işbirliğine önem vermesini övgülerle anlatıyor... Ve okulu, öğrencisi, velisi, meslektaşları için bu kadar önemli olan birisinin erken emekli olmasından duydukları üzüntüyü belirtiyorlardı.

Kapkaranlık mehtapsız bir gece başlamış, saat 11'e gelmek üzereydi. Artık dönüş saati gelmişti. 

Birsen ve annesi kapı önüne çıkarak, gelenlere tek tek teşekkür edip, tokalaşıp vedalaştı. Birsen'in bazı arkadaşlarıyla sarılıp, ağlaşmaları, herkese duygusal anlar yaşattı. 

Midibüs, binenlerin oturup pencereden el sallamaya başlamasıyla ağır ağır yol almaya başladı. Birsen ve annesi de araba gözden kayboluncaya kadar onlara el salladı.   

(Devam edecek)

Diğer yazılarım için: tıklayınız

 


15 Ocak 2021 Cuma

Birsen Öğretmen (2)


Babasının beklenmedik bir zamanda ölümü üzerine, Birsen Hanım annesini yalnız bırakmamak için emekli olmaya karar vermişti. Mezarlıktan eve döner dönmez hemen telefonunu aradı, buldu. Şarjı bitmişti! Çantasından şarj aletini çıkarıp salondaki prize taktı, biraz bekleyip telefonu açtığında; okul müdürü, öğretmen arkadaşları ve velilerden çok sayıda "Ne oldu, neredesin?" mesajları geldiğini gördü.

Gözyaşları perdelediği için mesajları okumakta zorluk çekiyor ve yanaklarının alevlendiğini hissediyordu. Hemen lavaboya koştu, aynaya hiç bakmadan yüzünü, boğazını, ensesini sıkıca ovarak, bol suyla uzun süre yıkadı. 

O an, babasının ailesi ve biricik kızı için beklenti-özlem-istekleri yankılandı içindeki derinlerde. "Meğer o gerçekleşmemiş beklentiler, gelecek ve böylesi günler içinmiş!.. Eğer damadı ve torunları olmuş olsaydı, onlar yapardı bugünkü insani hizmetleri. O zaman da sevgili eşi ve biricik kızı şimdiki gibi yapayalnız kalmazdı. İşte bu çaresizlik bu çıkışsızlık yüzündendi o an yaşadıkları ve annesinin çevresine boş boş bakışları."  

Sonra ürkerek uykudan uyanmış gibi oldu ve mesajlara bakmak için şarja takılı telefonu eline aldı, gelen mesajların tümünü yeniden okudu.

Okul müdürü; "Birsen Hanım; bugün okula gelmediğiniz için telefonla sizi çok aradım cevap alamadım, evinize İsmet'i gönderdim  yokmuşsunuz, ev sahibiniz de bilmiyormuş. Öğrenciler, veliler, öğretmenler olarak hepimiz endişe içindeyiz... Lütfen bize haber veriniz." -diyordu. 

Bunun üzerine tüm mesajlara cevap olabilecek ortak bir metin yazmaya karar verdi ve hemen hazırladı:

9 Ocak 2021 Cumartesi

Birsen Öğretmen (1)



Dokuma fabrikasında işçi olan Hasan Bey,
 yıllar önce bu şehre bir göçmen tarım işçi olarak gelmiş, fazla akrabası olmayan biriydi. Değişik işlere girip çıkmış, zaman zaman işsiz ve yoksul kalmıştı. Tanışıp sevdiği ve kendisi gibi fazla akrabası olmayan Aysel Hanım ile evlenmişti. Daha çok yoksulların oturduğu gecekondu mahallerinde kirada oturmuşlar. Birsen'in doğumundan dört ay önce de ekonomik durumları biraz iyi olan bu mahalleye ve bu eve kiracı olarak taşınmışlardı. 

Birsen, öğretmen olup evden ayrıldıktan birkaç yıl sonra Hasan Bey de emekli olmuştu. Aldığı emekli ikramiyesine biraz banka kredisi ekleyerek, oturmakta oldukları bu tek katlı bahçeli evi satın almıştı. Tek maaşla hem evi geçindirmek hem de banka kredisini ödemek hiç de kolay değildi. Bu nedenle istemese de bazen Birsen'in katkı vermesini kabul etmek zorunda kalıyordu. Aslında, zengince olmasa da huzurlu ve mutlu bir aile yaşantıları vardı. 

Her günkü gibi kahvaltı için mutfağa yönelen Hasan Bey, birdenbire sırtına bir cismin saplandığını duyumsadı. Nedenini bilemediği bu korkunç ağrı ve sıkıştırma yüzünden nefes alamaz, konuşamaz olmuş ve aniden fışkıran soğuk terle tüm giysileri sırılsıklam olmuştu. 

Aysel hanımın attığı çığlık üzerine gelen komşularınca çağrılan cankurtaran hemen gelmişti. Hasan Bey, gelen görevlilerin kısa muayenesi sonunda, yarı canlı olarak cankurtarana bindirilmiş ve acılar çağrıştıran siren sesleri eşliğinde çabucak hastaneye yetiştirilmişti. 

Aysel Hanım, acil koridorunda ağlayıp, korku ve endişe içinde bekliyordu. Odadan çıkan doktor ona yaklaşıp selam verdi ve: "Hasan Bey ağır bir kalp krizi geçiriyordu, tüm çabalarımıza rağmen onu kurtaramadık. Üzgünüm. Başınız sağ olsun" demişti. Aysel Hanım, hiç beklemediği ya da hiç düşünmek istemediği bu ölüm haberi ile çok sarsılmış, kısa süreli bir titreme nöbeti geçirmiş ve sonrasında da bir çığlık atarak koridoru çınlatmıştı. 

Gerekli işlemler bitip cenaze morga kaldırıldığı zaman gün yarılanmıştı. Aysel Hanım: "Hasan'ı hastaneye sağ olarak kavuşturduğumuza göre, burada biraz yatar, tedavi görür ve birkaç güne sağlıklı olarak evimize döneriz" düşüncesi ile biricik kızı Birsen'e hemen haber verip onu üzmek istememişti, fakat beklediği gibi, istediği gibi olmamış sevgili Hasan'ı kaybetmişti... Telaşla: "Kızımı hemen aramalıyım" -dedi ve aradı. 

***

Birsen Hanım, köy-şehir ilkokullarında yirmi sekizinci yılını çalışıyordu. Üçüncü sınıfta okuttuğu öğrencilerini mezun edip, 30. yılda emekli olmak istiyordu. İkili öğretim yapan okulda bu yıl sabahçıydı. Ders yılının bitmesi ve öğrencilerinin dördüncü sınıfa geçmesine sadece üç gün kalmıştı. 

Son dersten çıkış zili çalmış öğrenciler evlerine gitmiş, kendisi de evine tam varmak üzereyken telefonu çalmıştı. Annesi arıyordu. Neşeli bir sesle "Anneciğim!.." diyerek söze başlamıştı ki, annesi ona hiç alışık olmadığı bir ses tonuyla: "Baban çok hasta hemen gelmelisin." demiş ve telefonu hemen kapatmıştı. Bir süre yolun orta yerinde donakalmış, sonra da yönünü değiştirip otogara doğru hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı.

Otogara vardığında bir otobüs yolcularını almış, hareket etmek üzereydi. "Binebilir miyim?" diye sorduğu şoförün başıyla selam verip "buyurun" demesi üzerine otobüse binmiş ve boş ikili koltuğun pencere tarafındakine oturmuştu. Yol ücretini muavine verirken de otobüs hareket etmişti.

Otogara gelirken ve otobüs yolculuğu sırasında kafasında sürekli olarak annesinin o 'değişik' sesi yankılanmış ve bu ses ona çok değişik senaryolar ürettirmişti: Bazen babasını ölümcül bir hastalığa yakalanmış, bazen de ölmüş olarak düşünürken, her defasında da tek başına kalacak olan annesi karşısına çıkıyor onu düşünüyordu. Yol boyunca bu olası kurgular yüzünden içten içe dayanılmaz acılar yaşamış, içten içe hıçkırıklarla sürekli ağlamış ve hem içerisine hem de dışarıya gözyaşı akıtmıştı. 

Birsen'in çalıştığı ilçe, anne ve babasının oturduğu il merkezine 66 kilometre uzaklıkta idi. Bu ev ana yola yakın ve şehrin girişindeki bir mahalledeydi. Otobüse bindiğinden beri sessizce ağlayışını dikiz aynasından gözleyen otobüs şoförü, muavini gönderip kendisine inmek istediği yeri sordurmuştu. Aldığı cevap üzerine de onu evlerine çok yakın, hem de "durmak yasaktır" denilen bir yerde indirmişti. 

Birsen'in, el çantası dışında bir yükü yoktu. Otobüsten iner inmez sağ tarafa saparak, tanıdık olmayan meraklı bakışlar onu izliyordu, o da yaşına uygun olmayan hızlı bir tempo ve telaşla koşmuş koşmuş evine ulaşmıştı. 

Böylesi zamanlar için hep kendisinde bulundurduğu yedek anahtar ile açtı evin kapısını... Küçücük hol onlarca ayakkabıyla doluydu. Ayakkabısını portmantoya koyduktan sonra 'salon' dedikleri odaya girdi. Bu küçük loş oda, kimi oturan, kimi ayakta olan komşu kadınlarla dolmuş ve oldukça havasız kalmıştı. 

Kalabalık içinde yığılmışçasına oturmuş olan ve sessizce ağlayan annesini görmüştü. Annesini yakalarcasına kucaklayıp kendisine doğru çekerken, hıçkırık ve yağmur damlası gözyaşları onunkilerle karışmıştı. Uzunca bir süre anne-kız kucak kucağa sarılı kalmış, sonra da suskun anne kızını öpücüklere boğup, dile gelmiş: 

"Birsen'im, bir tanem bak sadece ikimiz kaldık. Bırakıp gitti bizi Hasan'ımız, gitti, gitti!..." -demişti.

Sevdiğini kaybetme acısının neden olduğu bu ikili ağlayış, komşu kadınların katılımı ile bir çığlığa dönüşmüştü. 

Gelenektir; akraba ve komşular toplanıp ölü evine gelirler, onları evde yalnız bırakmazlar. Geç saatlere kadar komşulardan gelen ikramlar yenir, çaylar içilir, anılar anlatılır, bazen gülümseten sohbetler bile yapılır. Evlerinde küçük çocuk ve yaşlısı olup gitmesi gerekenler tek tek vedalaşıp giderler, kalanlar sabahlarlar. 

O gece de geleneklere aynı şekilde uyuldu. Birsen durup durup ağladı ve hep sarıldı annesine... Sabah olunca kahvaltı sofrası kuruldu... 

Cenaze için mezarlık yeri hazırlaması, morgdan alınıp gasil haneye taşınması, yıkanması, camideki musalla taşına yerleştirilmesi, cenaze namazı sonrası mezarlığa taşınması gibi resmi ve insani işlemleri erkek akrabaları işbölümü yaparak takip ediyorlardı.  

Morgdan alınan Hasan Bey'in cenazesi; gasil hanede yıkandıktan sonra cenaze arabasıyla evinin kapısına getirildi, hoca dualar okuyup, toplanan ev halkı ve komşulardan helallik istedi. Ve "helal olsun!" nidaları sonrasında omuzlarda taşınarak çok yakın olan caminin musalla taşına konuldu. Öğlen namazı sonrasında da akrabaların az komşuların daha çok olduğu cenaze namazı kılındı. 

Cenaze arabası ile taşınan cenaze, şehir mezarlığında yıllanmış bir meşe ağacının altında hazırlanan mezara iki akrabanın yardımıyla, ağlaşma sesleri ve defin töreni eşliğinde gömüldü. 

Defin töreni bitince Birsen, mezarlık numarası yazılıp, babasının başucuna saplanan tahta parçasını okşayarak ve kahverengi-kırmızı karışımı tümsek olmuş toprağına sarılmıştı. Yanına yaklaşan; 7-8 yaşlarında olan, fakat yüz çizgilerinin daha yaşlı gösterdiği, yüzü-elleri kirli, çelimsiz, çekingen bir çocuktan iki bidon su aldı (akrabalardan biri hemen çocuğun cebine miktarı bilinmeyen para koydu), o su ve gözyaşları ile suladı babasının toprak kokan mezarını. 

Sonra da mezardaki babasıyla konuşurcasına hem sessiz mırıltılarla ağıtlar söyledi hem de babasının bahçesinden topladığı mis kokulu ve her renkteki demet demet çiçeklerle mezarı süsledi.

Birsen Hanım, annesi ve akrabaları bir sıra oluşturdu, gelenler de tek tek tokalaşarak onlara başsağlığı ve sabır dilediler. Ve herkes geldiği araçlara binerek evlerine döndü.  

Şimdi babası yoktu, artık annesine can yoldaşı olmak ve evi geçindirmek Birsen'e kalmıştı. O anda karar verdi emekli olmaya, cenaze kaldırıldıktan hemen sonra müdürle konuşup emekli olmak için dilekçesini verecekti. 

(Devam edecek)

Diğer yazılarım için: tıklayınız


       



2 Ocak 2021 Cumartesi

Eskiler ve Yeniler


Peş peşe yinelenen yıllar; dünyadaki tüm varlıklara ve dünyaya en çok zarar veren insanların ömürlerine 
birer yıl katarak,
 yaşam için umutlar ve endişeleri de ekerek gelir-giderler.

İşte 2021’in ilk günleri: zaten yıllardır kardan adamı da kar topunu da unutmuştuk, şimdi soğuk hava bile kalmadı, sanki doğa belleğini yitirdi. 

Toprağında su kalmamış ağaçlar şaşırdı, dallarında tomurcuklar belirdi ve mimozalar açtı açacak. 

Bir endişedir sardı herkesi: acaba, musluklar suya hasret kalacak mı, susuz kalan toprak başak verecek mi, yoksa bereketsiz mi olacak tarlalar? 

Peki, daha daha ya sonrası!...

Zaten şimdilerde başımız bir illet virüs ile belada, bir de kuraklık ve kıtlık mı gelecek!

Zaten pek çok ekonomik-insani sorunlarımız vardı, üstüne bir de bu çevresel sorunlar eklendi. Şimdi herkes bu olası çevresel tehlikelerin farkında hem de hedefinde iken, yeni bir yıl geldi. 

Nedense her yeni yılda hep 'umut' galip gelir, bir anda herkes olup biteni ve olacakları unutup, coşku yaşamak ister.

Bellek, yaşantı yüklerimizi taşıyan bir koruyucumuzdur. Fakat o, her şeyi taşıyamaz, onun belli bir alanı ve sınırlı bir taşıma gücü vardır. Onun için de yükün asıl sahibine hiç sormadan kendince bir seçki yapıp hem yer açar hem de yükü hafifletir. Bu seçki sonunda; bazı öğrenme-alışkanlık, bazı dost-dostluk, bazı aşk-sevinç-acılar örtük kalıp unutulur... 

Bu unutuş; bazı yaşananları önemiz görmek, engellemek, yok saymak, onlardan uzaklaşma ve ben'i koruma istemidir aslında. Bazen insanın unutmak istemediği bazı yaşantıları da tekrarı olmadığı için unutulur. Çünkü içinizde saklı bir güç, size rağmen karar verir, bu, anlatımı da anlaması da çok zor olan duruma. İşte bundandır bir insanın, "acaba bana ne oldu" diye korkun ve kuşkuyla kendisine bakması. 

Aslında insanın belleği; arşiv, müze, ören yeri gibi zamanın durdurulduğu bir yere benzer. Bu yüzden orada kaybolmaz anıların hiçbiri, unutulmuş olanların da herkesin kendi derininde izleri durur. Onlar tıpkı bir tohum gibi yeniden canlanacak, depreşecek bir fısıltı, bir an, bir iklim beklerler. 

***

Kuşak Çatışması

Yaşamımıza etki eden her fizyolojik-biyolojik-sosyal olayda diyalektik vardır. Bu "neden-sonuç" ilişkisi sayesinde evrendeki küçücük dünyamızda bulunan tüm canlılar hareketlenir, şekil ve anlam kazanırlar. 

'Kuşak Çatışması' eskilerin, yenileri beğenmemesi, ya da büyüklerin geçmişte yaşananları: Ben..., Bir zamanlar..., Bizim gençliğimizde..., diye başlayan 'ben' merkezli abartılı cümleler kurarak yeni nesli hedef almasıdır. Ki bu anlayış ta antik çağdan beri süregelmektedir.  

Bu anlayışta olanlara göre; kendileri geçmişte hep iyi, erdemli, saygılı, başarılı olmuş, yeni nesil ise; kötü-saygısız-başarısız olmuştur. İşte bunun için o büyükler, geçmiş yıllara, geçmiş çağlara dair masalımsı yaşantılar anlatırlar.

Psikoloji kuşak çatışmasını; kişinin geçmişe dair özlem, yenilgi, eziklik ve pişmanlıkları nedeniyle ben'ini korumak için başvurduğu bir 'yansıtma' olarak tanımlar. 

Eğer bu büyüklük tutkusu içindeki kişiler kendilerine bir ayna tutup yüzleşebilseler geçmişleriyle; yeniyetme ve ergen iken ana-baba-çevre ilişkilerinde yaşadıklarını hatırlayabilir. Şimdiki beklentilerinin geçmişte büyüklerinin beklentileri olduğunu, şimdi yakındığı davranış ve söylemleri kendisinin de yaptığını görecek ve anlayacaktır. 

Kuşkusuz, her insanın kendisini önemseyip öne çıkarma çabası içinde olması onun doğası gereği olduğu için ayıplanmaz. Bherkeste var olan: beğenilme duygusu dediğimiz önemli bir genetik mirastır.

Bu genetik mirası söküp atmak mümkün olmadığına göre, kişinin bu duyguyu abartıya kaçmadan, karşı tarafı ezmeden kullanması gerekir. 

Çünkü yeni nesil diye hakir görülenler, bizim çocuklarımız, gençlerimiz ve onlar bizim gelecekte var olmamızı sağlayanlardır. Niçin onları hiç düşünmeden, ego yüzünden hakir görülsün ki?

Neden o çocuk ve yeniyetmelere kendi deneyimlerimizi anlatıp, onların teknolojilerinden pay almayı denemiyoruz? Niçin onları itmek gibi kolay bir yolu seçiyoruz? Peki, neden onlara sevgi ve saygıyla yaklaşıp, dayanışarak böylece daha güçlü olarak sorunlarımıza birlikte çözümler aramıyoruz? Niçin?  

*

Günlük yaşamımızın bir parçası olan sosyal medyada ve TV ekranlarında sık sık karşılaştığımız güncel bir konu da: 

Bazı kişilerin kendi soyu, kendi inancı, kendi kültür ve yaşam tarzı için masal-efsaneler anlatıp yazmalarıdır. Bu kişiler hep atalarının neler neler yaptığını, inançları, kültürleri ve yaşam tarzlarının üstünlüklerini, erdem ve başarılarını söyleyip, yazarlar. 

Kendi üstünlüklerini(!) söylemek, diğerlerini “değersiz-düşman-hain-gavur” diye ayrıştırıp aşağılamak ve ırkçılık yapmak içindir tüm bu çabaları.  

Bunlara bu abartılı söz ve paylaşımları yaptıran asıl güç onların derinlerindedir. Psikoloji bunu; ego, eziklik, kompleks ve doyumsuzluk olarak tanımlanır.

Bir de bu sözlerin psikolojik temelini bilmeden cehaletleri yüzünden söz söyleyenler vardır ki, en çok da onlar tutturur, onlar saldırır, onlar bağırırlar.

Fakat ülkede başka yaşam tarzı, başka inanç, başka kimlik sahibi olan kapı komşuları, arkadaşları olduğunu, bu sözleriyle onları önemsizleştirip, üzdüklerini hiç düşünmezler. 

Eğer böylesi abartılı bir psikoloji içinde olanlar için sağaltım önlemleri alınmazsa (ki bu, "insani değerler" kazandıracak bir eğitimdir); işte o zaman toplumda nice kişiye, gruba zarar verecek narsisizm ve ırkçılık salgını kaçınılmaz olur. 

Diğer yazılarım için: tıklayınız


 

27 Aralık 2020 Pazar

Çılgın Projeler


Bir yılı daha bitirmek üzereyiz, bu yıl, ülkemiz insanlarının yüklerine bir de dünyayı saran salgının yük ve acıları eklendi. Salgına karşı bütün dünyanın el ele verip karşı durması, belki de bu yılın tarihe: Covit-19 Yılı olarak geçmesine neden olacak.
 
Martin Luther King: “Uçamıyorsan, koş; koşamıyorsan, yürü. Eğer yürüyemiyorsan, sürün; ama hareket etmeye devam et. Geleceğe ilerlemeyi sürdür.” der. 

Bu bilge halk önderi; yüklerimizi, güç ve becerimizi kullanarak, çaresizlik yaşamadan, pes etmeden, direnerek, dayanarak, ama hep ileriye doğru atılım yaparak taşımamızı böylece yaşama tutunmamızı istiyor. 

Her dünya insanı gibi bizlerin de pek çok yükü vardır. Bu yüklerin kişiye özel olanları dışında kalanlar ise ülke yönetiminin çözemediği ve ayrıca eklediği sorunlardan oluşur. 

Demek ki, bazı yönetimler ülkenin var olan sorunlarını çözemedikleri gibi yeni yeni sorunlar, yeni yükler yükler insanlara...

Nasıl mı?
 
İşte bizde yaşananların bir özeti:    

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın tutkusu olan: çılgın projeler, yurdumuzun dört b
ir yanını sardı. İşte o çılgın projelerden birkaçı:

  • Sümerbank, Etibank, Telekom, Şeker Fabrikaları gibi dev KİT'lerin kelepir fiyatlarla satılması,  
  • Ankara'da oda sayısı bilinmez olan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Van Gölü kıyısında Ahlat Saray'ı, Muğla-Okluk 300 odalı Cumhurbaşkanlığı Sarayı. 
  • Tüneller, köprüler, paralı oto yolları.
  • Şehir Hastaneleri.
  • HES'ler. 
  • Alışveriş merkezleri, gökdelenler.
  • Tümü son model, tümü yabancı, tümü zırhlı makam araçları. 
  • Makam uçakları filosu. 
  • Barış ve huzur için değil savaş ekonomisine uyarlanmış bütçe. 
  • Yasama-yürütme-yargı kuvvetler ayrılığının tek kişide toplanması. 
  • Yargının savunma ayağı olan Barolar parçalanması. 
  • Üniversite ve bilim insanlarının iktidar güzellemesi yapmak dışında konuşamaz olması.
  • Sivil toplum örgütlerinin sindirilip susturulması...

İşte bunlar ve daha nice karadelik oluştu ülkemizde.

Bunların kimi kullananlara itibar, kimi müttehitlere ve uluslararası şirketlere çıkar sağladı. Fakat doğanın ekosistemi zarar gördü, doğal felaketler arttı, ülke kaynakları birer bire yok oldu. Sonuç olarak; yoksul halk ve onların daha doğmamış torunları on yıllarca süreyle dolar kuru üzerinden borçlandırıldı bu projelerle. 

Ayrıca bu kara deliklere karşı çıkılmasın diye insanlarımız düşman kamplara bölünüp ülkede iç huzur bozuldu. 

Fakat bu yapılanlarla yetinmek istemiyorlar, çünkü daha belli çevrelere çıkar sağlamak için verilmiş çokça sözleri ve 'Kanal İstanbul' gibi daha nice çılgın projeleri var.

Antik çağdan beri toplumsal yaşama enerji veren Adalet'i ve onun: suç ve suçluyu yargı belirler ilkesini yok saydılar. Yargı yerine kendileri karar verip insanları; suçlu, katil, terörist ilan eder oldular. 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)'in Selahattin Demirtaş hakkında verdiği hak ihlali kararı için sıralanıp "yok hükmünde" demeçleri vermeğe başladılar.  

İki hafta önce adalette ve ekonomide reform yapacaklarını söylemişlerdi ya! Hemen kendilerine özgü çılgınca bir 'reform' torba yasası hazırlayıp işlevi parmak kaldırıp kabul etmek olan meclise gönderdiler. Bakın içinde neler var:

  • Cumhurbaşkanına mal varlığını dondurma yetkisi, 
  • İçişleri Bakanına derneklere kayyum atama yetisi. 

Ama bugünkü dip yapmış ekonomi için, pik yapmış, coşmuş gidiyor diyenler nedense, asgari ücret almakta olan milyonlara, insanca yaşayacak bir ücret vermemek için tir tir titriyorlar.

18 yıldan beri süren bu çılgın projeler sadece doğadaki ekosistemi ve ülke ekonomisini bozmakla kalmadı. Ülkemizin toplumsal iklimini de bozdu. 

Asıl korkunç olan da bu... Çünkü yönetimlerin ülke için oluşturduğu iklim belirler yaşamın tüm kolaylık-zorluk, başarı-başarısızlık, sevinç ve üzüntüleri...

*** 

Korku İklimi 

Her insan güven içinde ve daha iyi bir yaşam için karşılaştığı sorunları yok etmek ister. Bunun için önce kendisiyle içten içe konuşur, tartışır, çatışır, sonra da ailesiyle ve çevresiyle...  

Bir ülkeyi yönetenlerin işi, kişilere oranla daha zordur, çünkü o ülkenin; çözüm bekleyen çokça sorunu ve birçok beklentisi olan insanları vardır. 

Bazı yönetimler halkı için özgürce barış içinde yaşanacak bir iklim oluşturur. Bazı yönetimler ise bunu beceremez, ülkenin halkını; "bunlar benden yana, bunlar da bana karşı" diye böler, parçalar. Devlet aygıtını hizmet için değil korku salmak, sindirerek, susturmak için kullanırlar. 

İşte bizim ülke yönetimimiz bu yolu seçti. Böylece ülkemizde bir korku iklimi oluştu. Ve bu korku iklimi yüzünden, özgürlükleri olmayan, suskun, kaderci bir toplum olduk.

Her iklim kendine has bitkiler yetiştirdiği gibi, bir de toplumsal kültür oluşturur. Korku ikliminde insanlar sinmiş-suskun, daha bencil, daha hırçın olurlar. Bu insan türü; en iyinin kendisi, ailesi, soyu olduğunu düşünürken, başkalarını değersiz, zavallı, gavur veya düşman olarak görürler. 

Bu iklimde özgürlükler bir tarafa özgüdür, her kim "bizden yana" ise olanlar dokunulmaz ve sorgulanmaz, başkaları ise önemsiz ve değersizdir görüşü egemendir. 

Her akşam TV ekranlarında kurulan masalarda tarafgir rektörler, öğretim üyeleri bu korku iklimini yaratanlara güzelleme yapar, iklimi benimseten algı oluşturur, kutuplaşmalara neden olacak ırkçı, faşist sözler söylerler. Hem de orada olmayan, savunmasız bırakılanlara... Ayrıca köhnemiş bir çağa, bir döneme, bir anlayışa övgüler yapıp; bir gruba, bir kuruma, bir kişiye küfür ve hakaret edilir. Bununla da yetinmeyip karşı oldukları insanlara yargısız infazda bulunur, onları terörist, hain, düşman olarak yaftalarlar.

Kuşkusuz ki her kişi kendisini, soyunu, grubunu önemser ve korur, ancak bu onun; kendisini, soyunu, grubunu kutsayan bir sapkınlığa götürmemeli. 

Eğer, birlikte yaşamı kolaylaştırmak istiyorsak, duygu ve anlayışımıza bazı "insani" değerler ekleyip onu toplumsallaşmamız gerekir. Böylece ülkede  başka insan ve kültürlerin olduğunu görür, onlarla karşılıklı saygı içinde ilişkiler kurar barış içinde yaşamayı öğreniriz. 

Ve işte o zaman daha yaşanır olur; yuvamız, kentimiz, ülkemiz, dünyamız. 

Sevgi ve saygıyla nice sağlık, huzur,  barış dolu yıllara...  


(Aralık ayı da henüz hesabı sorulmamış pek çok acı ve kara sayfalarla dolu:

19 Aralık 2000 hapishanelerde tutuklu 28 genci yok eden Hayata Dönüş Katliamı,

28 Aralık 2011 F-16 savaş uçaklarıyla  Roboski'de çoğu çocuk yaşta 34 gencin katli... 

Kim emir verdi? Kim yaptı? Niçin? 

Katillere lanet... Gençlere sevgi ve saygıyla...)


Diğer yazılarım için: tıklayınız