11 Aralık 2020 Cuma

"Adalet ve Ekonomide Reform"

18 yıldır yaşamakta olduğumuz yoğun sorun ve müdahaleci tutumlar yüzünden, toplumsal yaşamımızı yaşanır kılmakla görevli denge-denetim kurumları ve ekonomi çok ağır yaralar aldıklarından şimdilerde hasta ve işlevsiz durumdalar.  Kısaca özetlersek: ülkede, "çeyrek" demokrasi bile kalmamış ve ekonomi de dip yapmış durumda.  

  

Herkesçe bilinen bu gerçekleri en yetkili makamlar da kabullendiler: Cumhurbaşkanı ekonomi için: “Devlet ve millet olarak fedakarlık yapmaktan, acı da olsa doğru reçeteleri uygulamaktan kaçınmayacağız”demiş, Adalet Bakanı heyecanlanarak: “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun!”  diyecek kadar acil olarak reform istemişti.     


Eğer düşünürsek, bir ülkedeki iki durumun "reform" istettiğini görürüz: 1. enkaz devralırken,  2. darda kalırken...  


Bugün acil olarak reforma ihtiyaç duyanlar: 18 yıllık yorgun-yıpranmış-darda kalmış olan bir iktidarın tek adamı (en etkin kişisi) ile bakanı. Çünkü, çok sıkıştılar ve karanlık görünen gelecekleri için ışık olabilecek yeni algılara, yeni desteklere, olup bitenleri unutturacak bir zaman ve gündeme ihtiyaçları var. İşte bu yüzdendir ki, sık sık reform sözcüğünü kullanır oldular.    


Ama sanmayınız ki, bu adalet reformuyla; hak ihlalleri, yargısız infazlar, insanlık suçları, karanlık- kirli ilişkiler, taciz, tecavüz suçları son bulacak ve cezasızlık uygulanan failler yargılanacak. Hayır, hayır yine onlarla birlikte yol almaya devam etmek istiyorlar!... 


Yapılacak reformlarla onlara yeni haklar, yeni dokunulmazlıklar sağlayacaklar. Eğer yaptıklarından pişmanlık duymuş olsalardı 18 yıldır neden demokrasiyi egemen kılacak adımlar atmadılar?  Neden sorunların çözümünü demokrasi ile barış ile değil ölümü kutsayan güvenlikçi stratejilerde arıyorlar? 

  

Ekonomi alanında yapılacak reformlar ise, yoksul halka yeni acı reçeteler sunacak. Enerji, maden, inşaat alanında verilen hak ve kaynaklarla yetinmeyen obez sermayeye yeni alanlar, haklar verilecek, çok semirip yurt dışına sermaye kaçıranlara göz kırpılacak, onlara dolarlarla ceplerini dolduracak garantiler ve daha fazla haklar verilecek.

   

***  


İsterseniz biraz da onları reform sözü vermeye zorlayan gerçeklere bakalım: 


Adalet, kapsam alanı çok geniş bir sözcüktür. Adaletle, yaşamsal olan "insan hakları", ayırım yapmadan herkesin kullanımına sunulur. Böyle bir ortam da ancak demokrasiyle sağlanır. Çünkü demokrasilerde her birey eşit hak sahibidir. Bireyin korunması ve onun haklarını güvenlik içinde özgürce kullanılmasını sağlamak da devletin öncelikli görevidir.  


Her demokratik devletin; güçler ayrılığı olarak tanımlanan bir denge-denetim düzeni vardır. Adalet ancak, bu güçlerin eşitlikçi bir anlayış ve iş birliği içinde çalışmasıyla sağlanır.  


O halde toplumun yaşam enerjisi Adalettir. 


Eğer bir ülkede adalet konusunda bir sıkıntı varsa (ki, en yetkililer 'reform' istemekle bunu doğruluyor) bu, sisteme yaşam veren enerjinin azalmış olduğunu gösterir.  


Demokrasilerde yasama-yürütme-yargı diye üç ana güç vardır. Toplumsal huzur; bu güçlerin kendi alanlarında bağımsız-özgür olmaları ve demokratik esaslara uygun bir birliktelikle uyum içinde çalışmaları ile sağlanır.  


Bugün ülkemizin adalet reformuna ihtiyacı olduğuna göre demek ki, sistemi oluşturan yasama-yürütme-yargı çarkı ve dişlileri arasında bir uyumsuzluk vardır. O halde biraz da onlara da bakalım:  


Yasama (teorik olarak); kişisel olmayan genel, sürekli ve objektif kurallarla hukuka uygun yasalar hazırlamaktır. Peki, bizdeki yasama ne durumda?  


Ülkemizin şimdi güçlendirilmiş bir Cumhurbaşkanlığı sisteminde tüm önemli yasa ve bütçe hazırlayıp onay için meclise gönderilir. Yani meclis, asıl işlevi olan yasa yapmayı fiilen kaybetmiş, sadece gelen yasalara onay verecek parmak sayısı önemli olmuştur. Meclise gönderilen yasa teklifleri iktidara destek veren partilere mensup vekillerin oylarıyla hiç değişime uğramadan onaylanır. Çünkü bu vekillerin aykırı oy kullanma özgürlükleri yoktur. Çünkü olası seçimlerde yeni vekillerin kimler olacağı ve kaçıncı sırada olacaklarını parti yönetimleri belirler. Onun için meclisin olduğu gibi vekillerin de sözü dinlenmez, onların da bir işlevleri kalmamıştır.  


Böyle bir meclisten adalet dağıtacak yasalar çıkabilir mi?   


Onun için meclis gibi vekillerin de sözü dinlenmez, işlevi kalmamış oldu. 

 

Böyle bir meclisten adalet dağıtacak yasalar beklenebilir ve çıkabilir mi?  


Yargı (teorik olarak); yasama ve yürütme organından 'bağımsız mahkemelerce görevlerin yerine getirilmesini ifade etmektedir Yargıçların bağımsızlığı ise yasama ve yürütme organlarına bağlı olmadan Anayasa ve hukuka uygun olarak vicdani kanılarına göre hüküm vermeleri esastır.  


Peki, bizim ülkemizde mahkemeler-yargıçlar-savcılar ne durumda? 


15 Temmuz 2016'da yapılan darbe kalkışmasını hazırlayanlara en önemli desteği yargı ve ordu içine sinmiş militanlar sağlamıştı. Bir zamanlar iktidarın büyük desteğine sahip ve zırhlı araçlarla dolaştırılan süper savcılar ve hakimlerin çoğu kalkışmanın hemen sonrasında ülke dışına kaçmış, kalanlarsa ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almıştı. 


Fakat bu hainlerin hazırladıkları dosyalarla halen yargılanan ve tutuklananlar var!... 


Halen fetöcü savcı ve hakimlere verilen yetkilerle çalıştırılan; İnsan Hakları Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi gibi üst mahkemelerin kararlarına uymayan, belli suçlar için bugün burada, yarın bilmem nerede olacak olan yüzer gezer savcı ve hakimler var.  


Bunlarla adalet dağıtılabilir mi?   


Yürütme (teorik olarak); Demokrasilerde devletin yasama ve yargı dışındaki faaliyetlerini, yasama ve yargı denetimine bağlı olarak yapan güçtür yürütme.  


Peki, bizim ülkemizde yürütme ne durumda? 


Şimdi bizde yürütmenin tek öznesi var, yasama ve yargı etkisiz kalınca onların gücü de o tek kişiye verilmiş durumda. Belki, ismen bakanlar, bakanlık teşkilatları vardır, fakat tüm söz ve yetkileri yine o tek bir kişi kullanıyor. Bu süper güç yüzünden yasama ve yargı organları görevlerini yapamaz olmuşlar. Hoşa gitmeyen uluslararası ve ulusal mahkeme kararları "yok hükmünde" sayılmakta, Sayıştay denetimleri; önemsiz, yaptırımsız, Sendika, Baro ve benzeri tüm demokratik mesleki birlikleri işlevsiz bırakılmış.  


Peki, bu süper yönetim gücünün sırrı nedir?   


Ben yargıdan örnek vereyim siz de yöntemi bütün alanlara uygulayınız.  


Örnek: Bizde yargıç ve savcılar; terfi etme, istediği üst görevlere atanma, istediği şehirlere tayin olma gibi ailevi, mesleki, mali hakları yönünden her an iktidarın koruyuculuğu veya hiddetine uğrayabilirler. Bu durum görevlerini gereğince yapmaya engel olan psikolojik bir baskı aracıdır. İşte bunun için adalet dağıtanların göz bağı, gelecek işaretler için aralanmış, vicdan sesleri baskılanmış ve bu yüzden de terazilerinin dengesi bozulmuştur.  


Kısacası; bağımsız ve özgür olması gereken yasama-yargı güçleri etki ve yetkilerinin kaybetmiş tek adam yürütmesinin emrinde toplanmışlar... 


Peki, yasama- yargı denetimini etkisiz kılan, tüm güçleri kendisinde toplayan ve bu gücüyle partili kimliği ile birleştirip çarpışan böyle bir yürütme, halka adalet dağıtılabilir mi?  

  

*** 

Peki, ülkenin ekonomisi ne durumda? 


-Kısa cevap: Ekonomi, tıpkı formülü olmayan matematik sorusu gibi çıkışı zor inişler yaşıyor. Tek adam ona da el attı tıpkı yelkensiz-pusulasız kalmış bir gemi gibi açık denizde dalgalarla boğuşuyor.   


Peki, sendikalar, dernekler, yazar-çizer-söyler olanlar ne yapıyor niçin baskılanmış ve suskunlar?  


Peki, ....? 


Diye diye pek çok soru sıralayabiliriz.  


Ve tüm bu soruları da bir tek soru cümlesiyle cevaplayabiliriz:  


Böylesi bir iklimde yaşamak, canlanmak mümkün mü?  


Ama hayır!.. Bu cevabı hiç beğenmedim. Yılgınlığa hiç gerek yok ki!  


Çünkü toplumsal yaşam, canlı bir organizmaya benzer. Onun gibi nefes alır, beslenir, büyür, inişli-çıkışlı, gelişir-değişir-üretir ..., hastalanır, sonra da can verir ama yaşam süreci hiçbir zaman son bulmaz, çünkü var olan hiçbir organizma yok olmaz. Yeni yeni filizlerle toprağa, havaya, suya kök salar, solur, beslenir, karşı durur tüm zorluklara büyür, gelişir, dönüşür ve yeniler kendini, Böylece sonsuza yol alır, bir meşe ağacı misali... 


               Diğer yazılarım için: tıklayınız

4 Aralık 2020 Cuma

ANADİLİ


Türk Dil Kurumu (TDK)
 internet sitesi, Dilimiz Kimliğimizdir giriş cümlesi ile başlar. Bu söz, dili olmayanın kimliği olamaz anlamına gelir ki, çok doğru bir tespittir. Çünkü her insan yavrusu, ilk çığlığını atarak Dünya’ya 'merhaba' dediğinde, ilk karşılığı anasının sevgi dolu bakışı ve sesinden alarak, adı 'insan' olan ilk toplumsal kimliğine kavuşur.  

İnsanoğlu, anadilini, bedenini ve düş gücünü kullanarak değişir, gelişir ve üretir. Ve geçmişten miras kalan kültürü bugüne, bugünkünü de yarınlara, uzak yarınlara taşıyarak ölümsüz kılar.    

 

Bunun için anadili kutsaldır ve her insan için hava-su-besin kadar yaşamsal önemi olan bir 'insanlık' hakkıdır. 


Bunun için anadili yasakları insanların duygularını kelepçeler , derinlerinde derin derin yaralar açar.  


Anadolu, nice anadile ve nice kültüre beşik olmuş bir coğrafya. Hepimiz, böylesi bir coğrafyada yaşayıp, bu nice zenginliğe mirasçı olduğumuz için: övünçlü, onurlu ve gururluyuz. 


"Her insan kendisini en iyi anadiliyle ifade eder" biliniyorken...  

Bu zenginlikleri bir arada tutup daha da zengin olmak varken... Ne yazık ki yıllar öncesine dayanan bazı yönetimsel hatalar ve bazı tekçi-ırkçı anlayışlar, bazı gereksiz korkular yüzünden, bazı kültürler düşmanca yasaklarla yok edilmek istenmektedir. 

 

İşte bu inkarcı anlayışlar yüzünden Anadolu'muz, yavaş yavaş nice dil ve kültüre mezar olmak üzere.  Bunun içindir ki, susturulan, yok sayılanların kafalarında, kalplerinde büyüyor, büyüyor insani çığlıklar.  

  

Yaşam hakkı nasıl kutsal ise, bir bireyin ana diliyle kendisini ifade etmesi, kültürünü paylaşması, başka kültürlerle tanışmak, dostluklar kurmak istemesi de kutsal ve saygındır. Böylelikle diller yarışır topluma huzur ve zenginlik katar, barışı getirir. O halde bir toplumun değerlerini, kimliklerini yok saymak, onları başka bir dil, başka bir kültür, başka kimliklere mecbur kılmak nedendir? 


Bizim büyük bir ilimiz kadar büyüklükte olan İsviçre'de dört resmi dil vardır ve her dile eğitim-öğretim hakkı tanınmaktadır. 


Şimdi de Türk aydınlarına, Türk solcularına, bürokratlara, yöneticilere ve vicdan sahibi herkese sormak istiyorum:


Neden/niçin ülkemizdeki milyonlarca Kürt, Laz, Çerkes, Gürcü, Tatar, Roman ve diğer vatandaşlarımıza kendi anadillerinde eğitim-öğretim hakkı verilmez?  

  

Niçin ülkemizde; demokratik, çoğulcu, eşitlikçi bir iklim oluşması için çaba göstermek yerine, ama, fakat, lakin, vatan, millet diye diye kıpırdamaz oldunuz?  


Yetmedi mi sadece “ben” deyip insan haklarına karşı durmanız?


Yıkın artık önyargılarınızı, korkularınızı yıkın!..


***

Eğer geçmişin tarih arşivlerini yok sayıp (ama siz tarihi yok saymayın ve gerçeklere ulaşmak için aşağıdaki başlıkları sorgulayınız lütfen) desem ki:


1071 Malazgirt Zaferinde Bizanslıların yenilgiye uğratılmasında, 1187 Kudüs'ün Haçlılardan kurtarılmasında, Yavuz Sultan Selim'in İran ve Mısır seferlerinde Kürtler yoktu. 


II. Mahmut ile II. Abdülhamit döneminde ne Kürtler ne de "Kürdistan" diye özerk bir bölge vardı. 


Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongresi, El-Cezire Cephesi Komutanına yazılan mektup, 1920 Anayasası, Meclis, Nutuk ve tüm diğer belgelerde ne Kürtler ne Kürt Beyleri ne de Kürtlere verilen sözler vardı... 


Bunların hepsini yok saysak bile bugün orta yerde durmakta olan bir gerçek var! Türkiye nüfusunun yüzde 20/25'i Kürt vatandaşlardan oluşuyor! Ayrıca ülkemizde; Laz, Çerkes, Gürcü, Tatar, Arnavut, Boşnak, Pomak, Roman ve diğer vatandaşlarımız da var! 


Bunlar ülkemizin renkleri, güzellikleri ve gerçekleri, bunları nasıl yok sayacağız ki? 


***

Yukarılarda bir yerde: "anadil yasakları insanların duygularını kelepçeler, derinlerinde, derin derin yaralar açar" demiştim ya bunu kanıtlamak için ve "bizler et ve tırnak gibiyiz" diyenlere sunulmak üzere iki insani çığlığı size anlatmak istiyorum (Dileğim, bu çığlıkların; sadece tek kişiye özgü olmayıp milyonlara ait olduğu gerçeğinin görülmesidir.): 


Birinci Çığlık:


"35 yıllık gazeteciyim, Türkçenin dışında Fransızca ve İngilizceyi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum. Ama kendi anadilim olan Lazcayı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibaret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük uktelerimden birisi..."    

      

Bu sözlerin sahibi: Ruşen Çakır. Ruşen Çakır, yıllardan beri severek okuduğum yaratıcı-araştırıcı bir yazar-gazetecidir. Onun bu özellikleri de kurucusu olduğu 'Medyascope' yayın platformunu önemli bir marka yapmıştır. İşte yukarıda alıntıladığım sözleri de bu platformda; 35 yıllık gazeteciliğinden kesitler sunduğu GOMAŞİNEN (Hatırlıyorum) isimli bir dizi söyleşinin girişinde söylüyor. 


İkinci Çığlık:


Bu çığlık da şair ve yazar bir Kürt aydını olan Musa Anter (Doğ.:1920 / Öl. 20 Eylül 1992) - Anter, bir silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Eski JİTEM elemanı Abdulkadir Aygan; Anter'in, kendisinin de içinde bulunduğu tim tarafından öldürüldüğünü söylemişse de bu olay halen karanlıktadır.-  


Anter'in,1959 Eylül ayında Diyarbakır 'İleri Yurt' gazetesinde "Qimil" isimli bir şiiri çıkar (Türkçe karşılığı: kımıl veya süne, bu böcek, büyük sürülerle gelir ve ekinlere çok zarar verir). Bir de acıklı hikayesi olan bu şiirin iki dizesi şöyledir:


"Qimil hati lo apo bi rafa ye rebeno (kımıl geldi ey amca , zavallı kafilelerce) 

Xwar genimi lo apo hişti ka ye rebeno" (yedi buğdayları ey amca, geriye saman kaldı) 


Şiir ülke çapında adeta bir deprem etkisi yaratmış. O yılların en etkili; Yeni Sabah, Akşam ve Cumhuriyet gazetelerinde nasıl olur! manşetleri atılmış, tanınmış yazarlar zehir zemberek ırkçı yazılar kaleme almış... Cumhurbaşkanı Bayar da bu nedenle çok rahatsız olmuştur. İşte Musa Anter'i hapse attıran süreç böyle başlamıştır. Musa Anter bu süreci şöyle anlatır: 


"Kürtçe cümleler serpiştirdiğim her yazım dava konusu oluyordu. Duruşmaların birinde asliye ceza yargıcı Musa Bey, ne diye Kürtçe yazıyorsunuz' diye sordu. Ben de Hâkim bey, İstanbul'da Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler gazete çıkarıyorlar. Ayrıca İngilizce ve Fransızca gazeteler de çıkıyor. Ben Kürtçe yazıyorum diye ne olacak' dedim. Hâkim, 'Efendim onlar azınlık' dedi." 


Ve bunun üzerine Musa Anter de o tarihe geçen veciz sözünü söyler:


"Benim bir azınlık kadar hakkım yoksa böyle çoğunluğu ne yapayım?"

 


               Diğer yazılarım için: tıklayınız