14 Temmuz 2016 Perşembe

Sarı Sıcak ve Acılı Bir Kuşak



Haftada bir kez yazmayı düşündüğüm yazılarımı düzensiz aralıklarla yazmaya başladım. Bunda önemli bir neden de sıcaklar, hava sıcak, fakat gündem daha da sıcak, kan gözyaşı, acılarla bezenmiş, yurdum insanı bu kara-sarı-sıcaktan bezmiş, sinmiş, duyarsızlık içinde…
Sıcak havalarda, serinleyecek çözümler arar ve bulabilir insan. Bazen bir gölgeye sığınır, bazen karşılıklı pencereleri, varsa klimayı açar, bazen de; duş, havuz, ırmak, göl, deniz hangisi varsa girer çıkar veya günbatımını bekler ve biraz serinler.
Ama öyle bir kara-sarı-sıcak bir gündemimiz var ki, ondan korunmak, kurtulmak hiç de kolay değil. Öyle bir yıkıcılığı var ki, 8 kuvvetindeki bir deprem gibi, öyle bir yakıcılığı var ki,  sellere neden olan sağanaklarla bile sönmeyen, Kış, İlkbahar, Yaz, Sonbahar demeden hep yanan, hep kavuran…
Sanki Yaşar Kemal’in o muhteşem eseri “Sarı Sıcak’taki iklimin devamı gibi… Bu iklimde yokluk, açlık, unutulmuşluk, kimliksizlik içinde doğup, acı, öfke ve kinleri tedavi edilmeyen insanlar yaşar, bunlar yaşlanıp ya da ölünce de tüm bu ağır mirasları çocuklarına kalır. Böylece bu genç çocuklar, ‘sermayesi derdi, serveti ahı’ olan acılı bir kuşak olmuştur adeta. Güven içinde olmayan, gelecekleri meçhul gençler, bu küçücük yaşlarında; yangınlar, yıkımlar, sürgünler görmüş, yakınları, arkadaşları ve komşularının pek çok haksızlığa uğramalarına ve ölümlerine tanık olup, acılarını yaşamış bunlar…
Özetle bu gençler; sindirilmiş, bastırılmış, kışkırtılmış ergen-gençlerdi ve bizim insanlarımız, bizim gençlerimizdi.
Her ana-baba bu ergen gençlerin öfke ile neler yapabileceklerini iyi bilir.
Kaldı ki bunlar tek değil grup olmuş yüzlercesiydi, bunların birlikte neler yapacaklarını neden düşünemedik?
Neden onların ölümüne engel olabilecekleri arayıp, bulup onları kurtaramadık?
Neden korkup sinip seyirci kaldık?!..
Belki doğru, belki yanlış, fakat bu gençler kötü miraslarına isyan edip, çözümü/özgürlüğü hendeklerde aradılar.

Hiç mi halden anlayanı, ergen psikolojisini bilen yetkilimiz yoktu?
Neden kimse onları çağırıp, ne istiyorsunuz diyen yetkilimiz yoktu?
Belki de (söylendiği gibi) tüm bu olanlara baştan beri bilerek seyirci kalıp, saldırı için bahane yarattılar!..
Bundandır ki çözüm aramak yerine birden bire hendek savaşlarını başlattılar!..
***
Barışı kendileri için zül sayıp, savaştan başka çözümü olmayanlar, tanklarla, tomalarla, akreplerle, top ve tüfeklerle savaş açtılar.
Ve Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan da 17 Mart 2016 günü alan ve ekranlarda: “Geçtiğimiz temmuz ayından bu yana 300’ün üzerinde asker ve polisimizi şehit verdik. Ama ne kazandık biliyor musunuz? … Bu kazanç öyle bir kazançtır ki ancak Çanakkale ile Kurtuluş Savaşı ile mukayese edebiliriz” diyerek, bunun bir savaş olduğunu tüm dünyaya ilan etti.
Evet, savaşı kaybetmişti o gençler, eviyle, mahallesiyle, şehriyle, tarihiyle, coğrafyasıyla birlikte hendekler ve o gençler de yok edildiler. Göç edenler, evsiz, barksız kaldı, sokaklarda, çadırlarda perişan.
Enkazlar, savaşta taraf olmayan, evlerinden çıkmayan, suçsuz, günahsız,  bebek, çocuk, yaşlı, kadın, erkeklerin oluşturduğu yüzlerce kişiye de mezar oldu. Binlerce kişi sakat ve yaralı… Ölüler teşhir edildi, tomaların arkasına bağlanarak sürüklendi, videoları paylaşıldı, girdikleri evlerin duvar ve aynalarına faşist-sapık sloganlar yazıp nefret suçları işlendi… Ve de tüm bu yapılanlar yapanların yanına kâr kaldı.
Sonra?
Sonra, hendekler kapandı, fakat nice sivil, nice genç, nice asker, nice polis… Ölü evine döndü yüzlerce, köy mahalle, şehir ve tüm ülke.
 Peki, daha sonra?
***
Oya Baydar ve arkadaşları duyarlılık gösterip “’Aslolan Hayattır’ sloganı ile çatışmaların yaşandığı bölgede ve Ankara’da silahların susması, ölümlerin durması, müzakere süreçlerinin başlaması için çağrıda bulunmuşlardı. Fakat iktidarın çıkarlarını savaşa endeksli kılması, muhalefetin etkisizliği karşısında etkili olamadılar.
Surönü Diyalogları, Oya Baydar’ın Aralık 2015 ve Mart 2016’de Diyarbakır’a giderek yaptığı gözlemler ile görüşmeleri “batıdan gelen biri” olarak, “bölgeyi bilen biri” ile değerlendirip analiz ettikleri diyaloglardan oluşuyor. Aslında anlatılan konuların anlamı, felsefesi, psikolojisi, sosyolojisi hakkında ciltlerle kitaplar yazılabilir. Fakat yazar (okuyucunun katkı ve yorumlarını da düşünmüş olacak ki), ustaca düzenlediği diyaloglarla, bu detaylı konuları sadece 123 sayfaya sığdırmıştır. Bu büyük bir başarı…
Daha önce Cumhuriyet Gazetesinin bu kitaptan yaptığı bazı alıntıları okumuştum. Fakat bu diyalogların tümünü henüz okudum. Bitirdim demiyorum çünkü bence, her diyalogu birkaç kez yeniden okuyup düşünmek gerek. Bazen kendinizin niçin iki zıt görüşü de haklı gördüğüne şaşırabilirsiniz. Bu durumlarda yerinizi değiştirip “diğeri”nin bakış açısı ile olaya bakmanız gerekecektir.
Oya Baydar, işçi sınıfının örgütlü mücadelesi içinden yetişmiş bir toplum bilimci akademisyen, yazar ve eylem insanı. İşte bu yiğit kadın, çözümsüzlüklere çözüm olamamışsa da vicdanın sesi ile bir çığlığın oluşmasına neden olmuştur.
Eğer olanları değişik seslerden öğrenmek isterseniz okunacak bir kitaptır Surönü Diyalogları.
Bu yazı radikalyazar.com’da:  
http://www.radikalyazar.com/sari-sicak-acili-bir-kusak/


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

3 Temmuz 2016 Pazar

Kozyatağı’nda bir yer sofrası ve 4+4+4 söyleşisi



Muhtarlar toplantısının yeni bir versiyonu çıktı ortaya!.. Ramazan ayı boyunca, yurdun her yerinde saraylarda, köşklerde, konaklarda muhteşem sofralar kuruluyor. Yemekler yendikten sonra da “aynı düşünmeyen-kendi gibi olmayan-ötekilere…” hakaret ediliyor, (kendince) “dünyaya ayar veren” nutuklar atılıyor. Ve “zorunlu canlı yayın” bağlantıları ile dinletiliyor milyonlara…

Saray, köşk ve konaklarda yer bulamayan garibanlar da var. Ramazan ayı boyunca onlara da; parklarda-meydanlarda plastik masa-sandalyeler üstünde (yer bulamayanlara da yerde gazete kâğıdı üstünde) iftar yemekleri veriliyor.

Bu konuda sorulsa cevapsız kalacak pek çok soru var. Birkaçını soralım bakalım:

Acaba, saray sofralardaki emek ve malzemenin giderleri kimin cebinden çıkıyor?

Acaba, bu saray sofralarının içinde, hakaret edilenlerden alınan vergilerin de payı var mı?

Acaba, bir öğün yemek için (onuru, gururu ile boğuşarak), iftar açmaya saatler kala itiş-kakışla kuyruklara girenleri; Ramazan ayı bittikten sonraki on bir ayda (üç öğün) kim doyuracak? Muhtaç olan bu insanlar ne yapacak?
 
***
Haydi, biz yukarıdaki acaba’lara cevap bekleyedurup ve asıl konumuza gelelim.

Mahallemizin örnek kuruluşu olan “Kozyatağı Dayanışması” 25 Haziran akşamı Kriton Curi Parkı’nda mahalleliler birlikte iftar açsın diye bir “yer sofrası” düzenlemişti. Fakat bu sofra, yukarıdakilerden oldukça farklı, çünkü bu sofra, katılanların ortaklaşa katkıları ile hazırlanmıştı. Tıpkı Anadolu’nun uzun kış gecelerinde bir araya gelerek, her komşunun evindeki yemeklerle katıldığı sohbet amaçlı misafirlikler gibi.

İşte burada da böyle sohbetli “yer sofrası” hazırlanmıştı. İftar yemeğinin hemen sonrasında da, parktaki açık hava toplantı alanında değerli bir Toplumbilimci-yazar olan Prof. Dr. Tayfun Atay’ın 4+4+4 konusunda bir söyleşi olacaktı.

25 Haziran, her bölgede ormanlarımızın yandığı çok sıcak,  çok sıkıcı bir gündü…

Söyleşi konumuz olan 4+4+4’nin yaşattıkları da; çok önemli, çok sıcak ve çok can sıkıcıydı. İktidar sandıktan aldığı gücü abartarak, yasama, yargı ve insan haklarını hiçe sayarak eğitim alanına çok abanmış bir durumda… Bu gidişe dur demek için bilgilenip, birlik olmamız gerekti.

Çünkü 4+4+4, dede-nine, baba-anne, çocuk-torun ve de yaşadığımız dünyada (evet tüm dünyada) herkesin söz hakkı sahibi olduğu, geleceğimizin ortak bir sorunu...

Söyleşiyi yapacak olan kişi bir akademisyen-yazar, onun yazdıklarını beğenerek okuyor, pek çok görüşüne de katılıyorum. O halde bu toplantıyı kaçırmamalıyım.
Eşimle birlikte yer sofrasına katılmadık, toplanma alanına yürüdük, orada, henüz ses düzeni kontrolü yapan gönüllü görevliler dışında kimseler yoktu. Kendimize bir yer seçip oturduk. Yavaş yavaş gelmeye başlayan her yaş ve her anlayıştaki mahallelilerimizle birlikte söyleşinin başlamasını bekledik. 

Kuşkusuz böylesi toplantılara giderken herkesin belli beklentileri vardır. Bizler de:

  •  Neden 5 yıllık sınıf eğitiminin 4 yıla indirildiğini, 
  •  Niçin 5+3+4 dan vaz geçildiğini, 
  •  4+4+4’lü yaşlardaki çocukların hangi psiko-sosyal özelliklerinin olduğunu, 
  •  Neden bu iktidarca; bağımsız düşünemeyen, özgürce soru sormayan,         yorum yapmayan, özgüveni olmayan nesiller yetiştirmek istendiğini, 
  •  4+4+4’in ilk 4’ü ile İmam Hatip ilişkisinin ne olduğunu, 
  • Tüm okulların niçin İmam Hatip anlayışıyla düzenlendiğini, 
  •  Niçin borçlanarak çocukların resmi okul yerine özel okullara gönderildiğini, 
  •  Ülkenin geleceğine yön veren Anadolu Liselerinin neden yok edildiğini, 
  •  Hemen hemen tüm okul yöneticinin neden “Din Dersi” branşlısı olduğunu, 
  •  Diyanet İşleri Başkanlığı ve çeşitli vâkıfların MEB üzerindeki hâkimiyetini…
Yukarıdaki ve benzeri konuları öğrenip “ne yapalım” arayışı içinde olan kişilerdik. 

Ama söyleşide yukarıdaki sorun/sorulara doyurucu cevaplar alamadık. Sayın Atay da böyle düşünmüş olacak ki, iki gün sonraki yazısında: “Elbette eğitimci değilim ve işin “teknik” yanı üzerinde çok söz söyleyebilecek ehliyetim yok. Ben AKP’nin 14 yılda 6 bakan eşliğinde ha babam de babam yap-boza çevirdiği sistemde karşımıza çıkan rakam düzenlemelerine bir futbol takımının oyun taktiği gibi bakıyorum! O kadar yani: 4+4+4… 3+3+3+1…”  diye yazmıştı.

Oysa 4+4+4 anlayışının, Kemalizm ve ulus-devletçiliğe olan karşıtlığını, çok güzel anlatmıştı. Zaten söyleşide bulunanların amacı da; işin teknik yönünden çok, pratikte birey ile topluma yaşatılanları ve yaşatılacak olanları duymak, öğrenmek ve çözümler aramaktı.

Ayrıca aynı yazısında; “Elbette AKP, ne yapıyorsa Kemalizm’den intikam almak için yapıyor.” Diyerek kuşku yok ki onların gizli bir amacını açıklıyordu… Oysa AKP’nin asıl amacı: kendi iktidarlarını kalıcı kılmak...

Nedense iktidarın asıl amacı için; gelecekte (kendilerine), neden-niçin-nasıl diye soru sormayan, yorum yapmayan “ Baş üstüne, sen ne dersen o olur” anlayışına sahip dindar nesiller yetiştirmek olduğunu anlatmadı.

Nedense, çok yakın zamanda cehaleti kutsayan ve “cahil halkın iradesine güvenen” Prof. Dr. Bülent Arı ile Bakan Mehmet Özhaseki’nin söylediklerini de hatırlamadı veya hatırlatmak istemedi.

Ve bu sınırlılık içindeki söyleşi, cevapsız kalan iki soru ile sona erdi:
·         9-10 yaşındaki bir dinleyici çocuk: “Kemalizm ve Solcu nedir?” …
·         Kendisini Dersim mağduru olarak tanıtan 80’li yaşlardaki dertli kadın da (kısaca); Deniz, Mahir, İbrahim’lerin ülkelerini, halklarını sevdiklerini, bağımsızlık ve özgürlük istedikleri için de öldürüldüklerini, bu gün yurdumuzda yaşanan yakma-yıkma, acı ve ölümler karşısında neden suskun kalındığını?!...
Not: Tam bu yazıyı bitirmiştim ki, acılarımıza bir acı daha eklendi. Yine terör, yine katliam!.. Atatürk Havalimanımız kana bulandı. Suçsuz günahsız insanları hedef alan tüm katliamlar gibi bunu da lanetliyorum. “SOS”: Nutuk yerine çözüm!..


Bu yazı radikalyazar.com’da:
http://www.radikalyazar.com/kozyataginda-bir-yer-sofrasi-444-soylesisi/


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

19 Haziran 2016 Pazar

Bir yıl oldu!..



Takvim 7 Haziran 2015’i gösteriyordu. Başarılı bir seçim yapmıştık tüm engellemelere, barajlara rağmen. Seçim sonuçlarıyla; yeter artık böyle tek başına, başına buyruk olmaz! Uzlaşı içinde olmalı, ayrımcılık yapmadan birlik içinde yönetilmeli yurdumuz… Diyerek dur demiştik.

Saygı duymadı, mutsuz oldu bu sonuçtan birileri…

Ve saray, daha uzun ömürlü bir iktidar için savaşın başlangıcı olarak ilan etti  7 Haziran'ı…

İşte bu “dur” ve durmak yok sonuna kadar “savaş” deyişin üzerinden bir yıl geçti.

Seçim sonucunu beğenmeyen bir kişi veya bir grup çıkar ve gelecek kaygısı yaşadı. Bu kaygılarını gidermek için devletin imkan ve gücü desteğinde; milyonları yıkıma, felakete sürükleyen savaşın başlaması üzerinden bir yıl geçti.
Barış ve uzlaşı için kurulan masanın devrilmesi sonunda, ölümlerin, acıların artması ve zor günlerin başlaması üzerinden bir yıl geçti.

Ekranlarda, meydanlarda, saraylarda; “Sonuna kadar sonuna kadar!..” Hendekler mezar olacak! …” Diye bağırıp meydan okumalara başlamanın üzerinden bir yıl geçti.

Dışarıda dost ve komşuları kalmayan her gün yalnızlığa itilen, içeride gün geçtikçe insanlarda huzur ve yaşama sevinci bırakmayan bir ülke olmaya başlamanın üzerinden bir yıl geçti.

Bu istenmedik durum ve gidişten etkilendiğim için 2 Şubat 2016 günü duygularımı şöyle dillendirmişim:

Ey içe sinmiş öfke
Ey içe sinmiş kin
Biraz din.

Ey şaha kalkmış ego
Ey zirve yapmış kibir
Biraz dur.

Çarpışanlar adeta iki ergen güç, bir biri, bir diğeri vuruyor, öldürüp yok ediyor. Aklın kontrolünden çıkmış, öfkesi kine dönüşmüş vuruşan insanlar. Bu gençler sonunda öleceklerini bile bile niçin hendeklerin arkasında? Diye sormadan, onları burada tutan nedenleri ortadan kaldıracak ölümsüz çözümler arayıp bulmadan sadece savaştırmak…

Olaylar sonunda da sadece üzüntülerini  bildirmek ve verilen kayıplar için; “misliyle cevap verilecek” demeçleri…

Ölüm çetelesi tutup, adeta yaşanan acılar yarıştırılıyor. Vuranı da vurulanı da bu ülkenin insanı, iki tarafın da ana-baba-eşi-çocukları-kardeşleri-sevenleri… İki tarafta da niçin-neden vuruştuklarını bilmeyen, yoksul emekçi halkın çocukları…

Oysa iki tarafın da barış içinde birlikte yaşamaktadır gelecekleri…

***

Evet bu savaşın üzerinden bir yıl geçti, peki, ne oldu sonunda?!..  

Cumhurbaşkanı Erdoğan 17 Mart 2016 da (üç ay önce) sanki bu soruya cevap vererek demiş ki: "Geçtiğimiz temmuz ayından bu yana 300’ün üzerinde asker ve polisimizi şehit verdik (iki gün önce bu sayı 544 oldu). Ama ne kazandık biliyor musunuz? Bu toprakların vatanımız olduğunu dosta düşmana bir kez daha göstermiş olduk. Bu önemliydi. Bu kazanç öyle bir kazançtır ki ancak Çanakkale ile Kurtuluş Savaşı ile mukayese edebiliriz"

Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı ayarında bir kazanç sağlanmış bu savaşla!..

Çanakkale ve Kurtuluş Savaşları emperyalizme karşı yapılmış, peki bu savaş?!..

-Kendi vatandaşı olan çocuk yaşta gençlerle!..

-Savaş alanları ise kent merkezleri…

(Oysa savaşlarda kural, sivilleri savaştan uzak tutup korumak, onları yaşatmak…)

Sonuna kadar gidildi mi, daha da sürecek mi bilinmez ama…

Bilinen şu ki; 
Bu savaşta hendekler; hendeklerin arkasındakilere, hendeklerin karşısındakilere ve de savaşta taraf olmayan, evlerinden çıkmayan, suçsuz, günahsız,  bebek, çocuk, yaşlı, kadın, erkeklerin oluşturduğu binlerce kişiye mezar oldu. Binlerce kişi sakat ve yaralı… Ölüler teşhir edildi, tomaların arkasına bağlanarak sürüklendi, nefret suçları işlendi (yeni çıkarılacak yasalarla bunları yapanlar korunacak ve yok sayılacak suçları). Sur, Cizre, Silopi, Nusaybin, Yüksekova, Silvan, İdil, Şırnak gibi savaş alanı seçilmiş mahalle ve şehirler yakıldı, yıkıldı ve tarihi doku yok oldu. Yaşam durdu.

Savaşın alıp götürdükleri;
Birlikte yaşama isteği, huzur, güven, sevgi, umut ve ülkenin devasa kaynakları…  
Savaşın geride bıraktıkları;
Tarihi ile birlikte enkaz olmuş onlarca mahalle-şehir, öksüz kalmış bir coğrafya… Acı, keder, üzüntü öfke ve torunlara miras bir kin…

Elbet bir gün tarih yazacak;
Elbet bir gün bu savaş sonucu olan yıkımları, ölümleri, acıları, harabeleri ve tüm yaşanmışlıkları…

Elbet bir gün tüm bu acıların yaşanmasında sorumlu olduğu halde kendini sorumlu tutmayan hatta bu olanları büyük bir zafer olarak ilan edip, gurur duyanları…

Elbet bir gün tarih yazacak tüm gerçekleri…

Elbet bir gün bitecek bu yalan, yolsuzluk, zalimlik, hukuksuzluk üzerine kurulu düzenleri.

Ve elbet bir gün barış yerine savaş isteyenler, öldürüp, yok etmek dışında çözüm aramayanlar lanetlenecek…

Ama yaşanmışlar, yaşanmış olacak…

Gelecek nesil de öfke ve kin mirasından payını alacak.

Yazık olacak…


Bu yazı radikalyazar.com’da:
http://www.radikalyazar.com/bir-yil-oldu/


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız