27 Ekim 2015 Salı

Demek ki “ötekiler” olmadan kral çıplak



Yıllar öncesinden tanıdığımız bir saygın-bilge kadın vardı. İlkokul mezunu iken 40’ından sonra dışarıdan bitirme sınavlarına gire-çıka şimdi Anadolu Üniversitesi öğrencisi olmuş biri.

Uzun bir aradan sonra merhaba demeye gelmişti evimize. Söz döndü dolaştı günlük ve ülke sorunlarımıza geldi. Ve anlatmaya başladı:

“… İşim rahat, ücretim iyi, patronlar beni seviyor ben de mutlu idim. Derken ‘gezi olayları’  başladı. Yüreğim ağzımda, gözlerim yaşlı günlerce televizyonları izledim. Bir de baktım ki her yerde Alevi çocukları, dövülüyor, gazlanıyor, sakat bırakılıyor, gözaltına alınıyor ve öldürülüyor. Ben Aleviyim, patronum da iktidarın önemli bir zengin adamı. Artık, çalışma isteğim kalmadı, huzurum kaçtı uyku uyuyamaz oldum. Ve bir gün çıktım karşısına patronun; beyefendi dedim ben işi bırakıyorum dedim. Şaşırdı, nedenini sordu. Anlattım:

Ben Aleviyim, Taksim de ve diğer bütün meydanlarda ölen, sakat kalan, tutuklananlar bizim çocuklarımız. Sizin iktidarınız onları korumadığı gibi düşman ilan etti onları… Sizden ve işimden çok memnundum fakat artık sizden aldığım parayı kendime helal kılamam boğazımdan geçmiyor dedim.

Ve ayrıldım. Şimdi işsizim.”

İşte bu ve bunun gibilerin destanıdır 7 Haziran seçimi.
7 Haziran seçimi pek çok bilinmezi bilinir kıldı.

Özgüven yitimine uğramışların özgüven kazanmalarını sağladı.

Onları yıllarca önemsiz-öteki görenlerin özgüven yitimine uğramalarını sağladı.

(Gerçi panik içinde ve güven yitimine uğrayanlara hala alkış tutan ötekilerden oluşmuş milyonlarımız var ama olsun onları da bekliyoruz…)

Bunun için 7 Haziran (1Kasım’da hangi sonuç alınırsa alınsın) bir uyanışın başlangıcıdır.

Çünkü ‘ötekiler’ olmadan sırça köşkte rahat edemeyeceklerini anladı birileri.

Kimi, bas bas bağırarak onların yanıldığını, kandırılıp, korkutulduğunu söyleyip,   yeniden seçimle onların kendisine döneceğini düşledi… 8 Hazirandan sonra ülkenin kana, gözyaşına boğulmasına neden oldu…

Kimi, M.E.Bozkurt'un; "Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır" anlayışıyla ‘ötekileri’ kendi malı sanıp biz Kızılay değiliz, biz hayır kurumu değiliz diyerek  oyları için onları geri çağırdı…

Kimi ise, hayır dedi, sizi tanımıyorum, siz yoksunuz dedi…

Ama şu bir gerçektir ki, hiçbiri dillendirmese de, siz ‘ötekilerin’ varlığını, değerini çok iyi anladılar.

Böylece:

‘Ötekiler’ olmadan kralın çıplak olduğunu,

 ‘Ötekilerin’ yıllarca yaptığı karşılıksız oy yardımın son bulduğunu, 

Ve yok saydıkları ‘ötekilerin’ geçmişte oldukları gibi, bugün de var olduklarını…

An-la-dı-lar…

O halde bizlerden biri ile bitirelim yazımızı:


K İ   B İ L S İ N
B E N D E N   S O N R A K İ L E R
Madem doğmuşuz bir kere
Yaşadığımız belli olsun bari
Diyedir yazdığım bunca şiir
İstedim, kalsın benden de
Bir şeyler bu dünyada
Bir kelime, bir hece
Ki bilsin benden sonrakiler
İsmail diye biri yaşamış
Ne günü günmüş, ne gecesi gece..
İsmail UYAROĞLU 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

      Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/politika/demek-ki-otekiler-olmadan-kral-ciplak-115588

13 Ekim 2015 Salı

Üzgünüm!..

ÜZGÜNÜM!...

Öncesi de var katliamların
unutmadık…
Ama henüz çok çok yeni:
Diyarbakır, Suruç, Ankara
Hani devlet koruyacaktı?!
Canımızı-canlımızı-ormanımızı-suyumuzu!..
Biz de koruyamaz olduk biz de…
Çok üzgünüm…




Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

26 Mayıs 2015 Salı

Okul Günü Buluşmalarında Geçmişe Bakış

Araya yıllar girip dostlar uzaklaşınca, özlem duyduğunda ve bir şeyler paylaşmak istediğinde ulaşamadıkça, başka başka dostluklar kurup başka kimlikler kazandıkça, siliniverir belleğinden o bitmez dediğin arkadaşlıklar, dostluklar. 

Üzerinde bazı çizikler, bazı oyuklar bıraksa da, sıfırlanmış bilgisayar belleğine döner tüm yaşanmışlıklar. İnsan belleği; her istediğini arayıp bulabileceğin bir çuval, bir dolap, bir sandık, bir kasa, bir çekmece değil ki. Bazen yıllarca birlikte yaşadığın, aynı mekânı paylaştığın, aynı sofrada birlikte kaşık salladığın, aynı şeye üzülüp aynı şeye sevindiğin, kol kola girip haksızlığa karşı yürüdüğünü… 

Unutuverirsin ismiyle, sesiyle, görüntüsüyle. Uğraş-dur hatırlayamazsın!..  Bazen düşlerde karşına çıkar dostların, değişik söylem, görünüm ve yaşanmışlıklarla. Beş-on dakika süren o düş içinde; ayları, yılları geçirip, dolu dolu yaşarsın. O, beş-on dakikalarda; aylarca, yıllarca sürecek mutluluklar yaşar, kahkahalar patlatır bazen de çığlıklar atarak ter içinde uyanırsın. Düşlerde ne zaman, ne mantık aramayacaksın!.. O başlangıcı ve sonu olmayan zaman tünelinde; bir bakarsın çocuk olmuş ana kucağında, bir bakarsın kucağına almış seviyorsun torununu…

Okul günü buluşmalarını da bu düşlere benzetirim ben. Bir birliktelik düşünün ki, üç kuşak bir araya gelmiş; öğretmeni-öğrencisi-öğrencinin öğrencisi… Karşına çıkanı tanımak, onu kırmamak için unutmamış görünüp belleğine yüklenir insan, hı hı deyip gülücükler gönderirsin tanıyamadığın yüzlere, eski feri kalmamış gözlere… Ta ki, siyah beyaz görsellerde birliktelikler ve ortak yaşanmışlıkları dillendiren anılar ortaya çıkıp tan ağarana dek.

Artık sen, sen değilsin o zaman tünelinde, bazen bir çocuk, bazen öğretmen karşısında mahcubiyet içinde 60’lık bir öğrenci, bazen anne-baba, bazen meslek sahibi bazen de …

Aslında bizim okul buluşma günlerimiz, diğer okul günleri ve diğer meslek grubu buluşmalarından oldukça farklı. Çünkü, biz sıradan bir ortaokul, sıradan bir lise değildik. Bizler, okula kabul edildiğimiz günden yani 12 yaşımızdan beri her gün kendimize “ben öğretmen olacağım” demeye başlamıştık. Artık sınıf arkadaşlarımız, bizim meslektaşlarımız, öğretmenlerimiz de bizim birer rehberimiz, birer rol modelimizdi… En önemli farklılığımız da, biz günün 24 saatini birlikte  ve neredeyse düşlerimizi bile ortak yaşıyorduk.

Oysa diğer okullardaki öğrenciler ancak lise son sınıfta girecekleri sınav sonucuna göre meslek seçebilirlerdi. Yani en erken 18 yaşında… Benim pek çok yararını gördüğüm, yatılı okumak ve erken yaşta meslek seçiminin iyi mi, kötü mü olduğu soruları/konuları tartışılabilir, tartışılmalıdır da. Ama biz:

Hani derler ya; Niyet etmek yolun yarısıdır./ Başlamak bitirmenin yarısıdır. / Erken kalkan yol alır.. özdeyişlerinden kendimize pay çıkarırcasına 12 yaşımızda mesleğimizi belirlemiş, geleceğimizi bunum üzerine yapılandırmaya başlamıştık. İşte farklı oluşumuz bundan.

Bence bu farklılığımız, okul buluşma günlerimizi daha da coşkulu kılıyor. Bu nedenle de, bir yıl sonrası buluşmamızı iple çeker durumda oluyoruz sürekli…
Hayat bir anlamıyla, zıtların birliği dediğimiz, hem üzüntüyü hem sevinci bir arada yaşamakta olduğumuz bir düzenektir. Her yılki buluşmamızda bir doğa yasası gereği, bazı değerlilerimizin aramızdan ayrılmış olması bize derin üzüntüler verse bile, “hayat devam ediyor” deyip birlikteliğimizi; sevinç, coşku ve mutluluklarımızı paylaşarak geçiriyoruz.

Hep birlikte sağlıklı mutlu buluşmalara…

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/yasam/okul-gunu-bulusmalarinda-gecmise-bakis-101244

17 Mayıs 2015 Pazar

Üzgünüm, suçlu buldum kendimi…


Hani insan aynaya bakarken görmek istemez ya kendine ait bazı görüntüleri... İşte onlardan birkaçı: yılların yorgunluğu ile gözler altına sinmiş torbacıklar, şayet kalmışsa, ağarmış, seyrelmiş saçlar, kıvrım kıvrım olmuş çene altı ile yanaklar… 

Bu istenmezlere bakıp;  “Geçmişte böyle değildim, ama yıllar yıllar geçti. Üzülme boş ver, olacak bu kadar…”  Deyip konuşursun ‘içindeki sen’ ile.

Ve içindeki sen’e destek olup, çıkıverir orta yere yaşama tutkusu, elinden tutar seni kendinle barışık olarak ayırır seni aynanın önünden…

Eğer barışık ayrılmazsan ne mi olur? 

-Günün zehir olur…
***
Sonra evrilir, ekran olur aynalar, bu kez sadece seni değil; çevreyi, sokağı, toplumu, komşuyu, dünyayı yansıtır sana.

Ekranlar:
Bazen, ‘Dünya’nın en fakir devlet başkanı’ unvanını almış Uruguay’lı halkına tutkun mutlu mesut Jose Mujika’yı.

Bazen, ovadaki  kuzuya, suyumu bulandırıyorsun  diye savaş açan dağ başındaki kurt misali, mutluluğu başka halkların mutsuzluklarında, tokluğunu, başkalarının açlıklarında arayıp savaş açanları.

Bazen, koltuğu için kardeşlerine/halkına savaş açmış diktatörleri…
Bazen de, elinde din kitabıyla şehirden şehre, ülkeden ülkeye koşturup dinleyicilerine, diğerlerini yuhalatıp herkese aynı uzaklıkta olduğunu söyleyen sinirlileri…

Ve sen bunların tutkunlarını, yardakçılarını, parazitlerini gördüğünde:
Yine konuşmaya başlar ünlemli, sorulu çığlıklarla içindeki sen: …, Neden?!..

***

Bu kez ekrana dönüşen aynalar daha acımasızdır. Görüntüdeki katkını/payını sorgulatır sana; anne olarak, baba olarak, seçmen olarak, çalışan olarak…

Bu güzellikler ve kötülüklerde katkın var mı, varsa nedir? Diye…

Artık, boş ver, olur böyle şeyler diyecek olan yaşama tutkun da kurtaramaz seni… Düşünebilecek durumda isen eğer, yüzleşmek zorundasın kendi kendinle.
Ben de kendimi kurtaramadım ekrana dönüşmüş aynalardaki yansımalardan, masaya yatırdım 40 yıllık eğitimci mesleğimi ve diğer kimliklerimi.

Üzgünüm, suçlu buldum kendimi…

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Radikal Blog’da:

3 Mayıs 2015 Pazar

Öğretmen Olmak… (Nurten -Ünsal- Yılmaz’a Saygıyla…)


1962 Baharında köyümün ilkokulunu bitirdiğimde; 12 yaşında, 128cm boyunda, 28 kilo ağırlığında yani (dolaylı anlatıma gerek yok), kavruk kalmış bir köylü çocuğuydum. Öğretmenim, benim de birkaç arkadaşımla birlikte “parasız yatılı öğretmen okulu” sınavına girmemi istiyordu. Bunun için de ilçemize gidip sınava giriş için başvuru bilgi/belgelerini almamız gerekiyordu.

Derelerin çığıltılarına ses verircesine, kekliklerin karşılıklı olarak koro-solo konser verdiği bir mevsimdi. Meşe ağaçları kıvırcık yapraklarını açmış, renk cümbüşü içindeki yaban otları, diken ve çiçekler harmanlanmış, karıncalar koşuşturuyor, mis kokular içinde her taraf. Doğa uyanmış… 

Okul müdürümüz Genç Kemal Yücel, beni ve Ali’yi sabahın çok erken saatinde yanına almış, iki kişinin yan yana zor yürüyebildiği patika yollardan peşi sıra götürüyor… 

Yorulduğumuzu anladığında ise, dağdaki çeşme başlarında veya gölgelik yerlerde kısa molalar veriyor, sonra yeniden, inişli çıkışlı dağ, dere, tepeleri yürüyoruz... 

Saç dipleri ve alnımızda açılmış minik pınarlardan çıkan damlacıklar birleşip ince nehircikler oluşturuyor, gözlerimizi suluyor/yakıyor. Yanak ve burnumuzu aşıp ılık/tuzlu su olarak ağzımızı, çene ve boynumuzu aşıp giysilerimizi ıslatıyordu… 

Ayaklarımız; alevlenmiş yanıyor, çünkü naylon çoraplı ve  terden vıcık vıcık olmuş gislaved lastik çizmelerin içinde...

Bizim bu halimiz ve çocuk adımlarımızla Kiğı’ya varışımız 6 saat kadar sürdü. Oysa yetişkinler 3,5-4 saatte alırmış bu yolu…  Kiğı’nın halk arasındaki bir ismi de “Kasaba” idi. Sonunda Kasaba ’ya ulaşmıştık…

Ali beden biraz boylu ve biraz daha kilolu idi. İkimiz de, başka bir şehir görmediğimiz gibi Kiğı ’ye de ilk kez gelmiştik.  Ve, demek ki böyle oluyor şehir-kasaba diyorduk kendi kendimize…

Gece kalacağımız yeri bulduk yerimizi ayırdık. Ve yorgunluğumuza aldırmadan günün kalan kısmını; çarşı (yaklaşık 300-400 metre uzunlukta) ile Kaymakamlık, İlköğretim Müdürlüğü, Nüfus Müdürlüğü, PTT … gibi devlet dairelerini gezmekle geçirdik.

Gece kalacağımız yerin adı Xan’dı. Otel öncesi de diyebileceğimiz buraya... Xan sadece bize değil ki, alt katında at veya katırlar için de ahır veya barınak vardı… 

Öylesine yorgunduk ki,  uykumuzu, karanlıkta karınca sürüsü gibi dolaşmaya çıkan tahtakuruları bile kaçıramamış, sabaha kadar deliksiz uyumuştuk…

İlklerimize bir de vesikalık fotoğraf çektirmeyi eklemiştik.  Fotoğrafçı Hakkı Amca,  ilçenin ilk ve tek fotoğrafçısıydı. Daha sonra okul arkadaşımız olacak Metin’in de babası. Hakkı Amca’nın ağzında hiç dişi yoktu. Kafasını üçayaklı körüklü fotoğraf makinasının siyah örtüsünün arkasına saklayıp, çekime hazırlık için sayılar sayar ve peltek sesle komutlar veriyordu bize. Biz de garipsediğimiz bu duruma bakıp gülüyorduk. 
Nihayet başvuru için gerekli fotoğraf, bilgi ve formları aldık. Daha sonraki işlemleri de müdürümüz tamamlayacakmış… Karanlığa kalmamak için öğlene doğru müdürümüzle birlikte dönüş yoluna çıkmamız gerekiyordu. Çıktık da…
Dönüş yolculuğumuz da geliş gibi oldukça yorucu geçti. Ama geliş-dönüş yolunda yaşadığımız tüm yorgunluğumuzu unutmuştuk adeta. Çünkü bu “Kasaba” gezisi bize (sanki) bir ufuk kazandırmış ve bizi çok mutlu etmişti...
***
Daha sonra “yazılı sınav” için yeniden gittiğimiz ilçe merkezi bu kez bize daha tanıdık gelmişti. Sınav da iyi geçmişti. Hele hele Refik Halit KARAY’ın Eskici hikâyesinden alınan bir paragraf ve ondan türetilen Türkçe soruları bugün bile unutulmaz bir iz bırakmıştı bende ve arkadaşlarımda… (Ali, bugün bile, sınavda çıkan o uzun paragrafı noktası virgülüne uyarak, bir spiker çabukluğuyla okur.).

Aylar geçti… Babamla birlikte orakla buğday biçerken sınav kazandığımı bir akrabamız karşı tepeden bağırarak haber vermişti... Sevinç çığlıklarıyla babamı tarlada tek başına bırakıp, yokuş yukarı koşa koşa evdeki anneme varışımı, ona sarılıp mutluluğumu onunla paylayışımı hiç ama hiç unutamam…

İlçemizden sınava katılan yüzlerce kişiden sadece 6’sı kazanmıştı. Bunlar; Ali, Selim ve ben, Kiğı’ya yakın bir köyden Zülfü ve adını hatırlayamadığım 2 kişi idi. Sınavın ikinci aşaması olan sözlü sınava katılmak için bizi, Erzurum Ilıca’daki Yavuz Selim İlköğretmen Okuluna çağırıyorlardı.

Babam beni imam hatip okuluna gönderme taraflısı idi. Bunun için sınavı kazanmama pek sevinmemiş gibiydi. Ben ise sınavını kazandığım okula gidip, öğretmen olmak istiyordum. Annem de beni destekliyor fakat babamı ikna edemiyorduk. Babamı ikna edebilecek kişinin dedem olduğuna karar verip hemen dedeme koştum, ağlayarak anlattım tüm olanları… Eskiden köyümüzün imamı olan dedem beni dikkatle dinledi ve “sen git babanı çağır bana gelsin” dedi. 
Hemen koşup çağırdım babamı... 

Ve konuşmalarını kapı arkasından dinlemeye başladım. Babam dedemden çok çekinir, karşısında pek konuşamazdı… O nedenle de daha çok dedemin sesini duyabiliyordum. Ve O’nun, sert ve kızgın bir ses tonuyla babama; “Çocuk başarılı olmuş kazanmış sen neden engel oluyorsun?”,  “Ben yıllarca imamlık yaptım da ne oldu?”, “Bırak, istediği gibi okusun!..”  dediğini duyunca sevinçle, koşa koşa anneme gittim. 

Sorun böylece çözülmüştü. Sıra bizi Erzurum’a götürecek birini bulmaya ve orada yapılacak sözlü sınavı (mülakat) kazanmaya kalmıştı…

Babalarımız Zülfü isimli yeni arkadaşımızın amcası ile görüşüp anlaştılar. Artık yeni bir ‘Haydar Amcamız' vardı… O, bizi Erzurum’a götürecekti.

Gün geldi, bir kamyonun brandalı kasasına tahta bavullarımızla sığınarak Bingöl-Elazığ- Erzurum yolculuğuna başladık... Detaylarını pek hatırlamadığım bu uzun ve yorucu yolculukta ve Erzurum’da otelde kalmalarımız, Ilıca’daki okula gidip gelmelerimizde hep ‘Haydar Amca’ bize sahip çıktı, bize rehberlik yaptı ve bizim için unutulmaz biri oldu…
***
Sözlü sınavı iki ayrı derslikteki Türkçe-Sosyal ve Fen-Matematik komisyonları yapıyordu. Türkçe-Sosyal komisyonundan Nurten Yılmaz, Fen-Matematik komisyonundan ise Meftune Özer isimli unutamadığım iki öğretmen tanımıştım…

Türkçe-Sosyal komisyonunda birkaç bilgi sorusundan sonra Nurten Yılmaz öğretmenim bana, “Kaç kardeşin var?” diye sormuş, “Beş kardeşim var.” Cevabıma karşı ise, “Kaçı kız, kaçı erkek?” sorusunu sormuştu. O an yanlışımın farkına vardığımdan; yanaklarım alevlenmiş, kekelemiş, sara nöbeti geçirircesine titremiş, kısık bir sesle ve utanç duyarak “Beş erkek, üç kız” cevabını vermiştim. Komisyondaki erkek öğretmenler bu cevaba gülmüş, Nurten öğretmenim ise önüne bakmıştı…

Sınav sonuçları belli olduğunda, bizim ilçeden: Ali Çinko, Zülfü Gürbey ve ben sınavı kazanmıştık. Kazanamayanlar ile kazananların üzüntü ve sevinç çığlıkları okulu adeta çınlatmış, sevinç ve üzüntü gözyaşları bir olup akıtmıştı…

Haydar Amca ile birlikte “Heyet Raporu” için Numune Hastanesine başvurduk. 

Parasız yatılı okuyacağımız için noterden “Kefalet Senedi” verilmesi gerekiyordu. Bu iş için de babalarımızın Erzurum’a gelmesi gerekiyordu, çağırdık. Geldiler… Ve tüm işleri bitirip bizi, birbirimize ve okulumuza ve teslim ederek köylerine geri döndüler… 

Ali, Zülfü ve ben; peş peşe sıralı okul numaraları almış (tesadüf mü bilemem), aynı sınıfa kayıt olmuştuk. (Şimdi de İstanbul’dayız ve dostluğumuz devam ediyor.).

Okullar açıldıktan iki ay sonra 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı; her yıl bu bayramda askeri düzen ve komutlarla gündüz kutlamaları dışında bir de gece fener alayları düzenleniyormuş…

O yıl da coşkulu olarak gündüz törenleri yapıldı. Akşam yemeğinden sonra hava kararmaya başlayınca öğretmenlerin gözetiminde bütün öğrenciler toplandı. Fener taslarına, odun külüne gazyağı katarak hazırlanan çamurumsu malzeme konup yakıldı. Fener alayı başlamıştı… Büyük bir coşku ile marşlar eşliğinde okulumuzdan çıkıp tüm Ilıca’yı dolaştıktan sonra okula geri dönüyorduk... Görevli öğretmenlerimiz bizimle birlikte yürüyor. Diğer yönetici ve öğretmenlerimiz ise okulun otobüsüne binmiş ağır ağır korteji izliyorlardı. Ben, en arkalarda coşkulu bir yorgunluk içinde yürüyordum… Birden yönetici/öğretmen otobüsü durmuştu. Nurten öğretmen inmiş beni, kolumdan tutarak, “sen benimle gel bakalım” deyip, otobüse bindirmişti… Bir anne öngörüsü ile benim ne durumda olduğumu hissetmiş, bana elini uzatmıştı… 
***

Aradan yıllar, yıllar geçti. 51 yıl sonra 2013 Mayıs’ın son günlerinde, Aydın-Kuşadası’ndaki okul buluşmamızda Nurten Yılmaz ve eşi Burhanettin Yılmaz öğretmenlerimi birlikte görünce çok mutlu olmuştum. Bir öğrenci ürkekliği ve saygısıyla yanlarına gidip sohbet etmiş ve o iz bırakan iki anımı anlatmıştım… 

Unutulmadıklarını düşünerek çok mutlu olmuşlardı… 2014 Mayıs’ın son günlerindeki Uludağ buluşmamızda da yine onlar, yüzlerce öğrencileri arasında, birer anıt gibi duran, onlarca öğretmenimizle birlikte yerlerini almışlardı…

2015 Haziran buluşması için de sözleşmiştik… Bu kez bizim için daha da anlamlı bir yerde, okulumuzun olduğu Erzurum’da yapacağız buluşmamızı… Yine yüzlerce öğrenci içinde, birer anıt gibi duran onlarca öğretmenimiz olacak. Fakat bu kez 

Nurten Yılmaz öğretmenimiz bir ışık olarak, uzaklardan gülücükler gönderip el sallayacak bizlere…


Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 


Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/egitim/ogretmen-olmak-98926