22 Ocak 2016 Cuma

ODTÜ (Ortadoğu Teknik Üniversitesi)



Gündemi değiştirme, toplumsal algılar geliştirme ustaları, 7 Haziran sonrası günlerde özgüven yitimine uğradıkları için bir süre sessizliğe gömülmüşlerdi. Çok uzun sürmedi bu sevindirici durum, 1 Kasımdan sonra yeniden başladılar, toplum mühendisliği yapıp algıları geliştirip, değiştirme oyunlarına…
Daha, Cizre, Silopi, Nusaybin ve Sur’da acılar, yıkımlar, ölümler durmadı, tam hızla devam ediyor… Ama öylesine hızlı değiştiriyorlar ki ülke gündemini, bakın son 15 gün içinde Hitler Almanya’sı örneği, diyanet fetvası, Sultanahmet Katliamı, Ayşe Öğretmen-Beyaz söyleşisi,1128 akademisyenin imzaları, Cumhurbaşkanı-Metin Feyzioğlu- Sedat Peker söylemleri neler yaşandı, neler ve Çınar Katliamı
Ama ben bu gün yine de planladığım gibi ODTÜ’yü yazacağım.

***
Siyasi Partiler, AYM, Yargıtay, Danıştay, Belediyeler, STK’lar ve pek çok devlet kuruluşu bugünkü iktidarın hedefi olup, sonuçta nasibini aldı almaya devam ediyor.
Yaygın görüş bu iktidarın vatandaşların %50’sine karşı olduğudur. Ki, bunu da ekranlarda ve alanlarda her gün ilan ediyorlar.
Aslında bu görüş bence yanlış, çünkü bunlar; desteğini aldıkları %50’nin değil, sadece bu %50’nin içindeki %10’nun taraflısı/destekçisidirler. %50’nin içindeki %40’lık taraftar ise sadece onlara gönül bağı olan taraftar/destekçi… Böylece bugün %50’nin oyunu alıp, toplamın %90’na karşı politika ve uygulamaları olan bir iktidar var işbaşında…  
Ama karşı olma oranı ODTÜ söz konusu olduğunda (MEB Bakanı hariç) %100’e çıkıyor nedense...  İşte biraz ara verdikleri, ODTÜ’ne saldırı, yıpratma, değersizleştirme ve ötekileştirme çalışmalarına bugünlerde yeniden başladılar.
Bu konuda pek çok öfkeli eylem ve söylem örnekleri vardır. Ben sadece üç yıl geriye gidip (internette kolayca bulunan),  her yıla ait birer örneği size sunmakla yetineceğim:
1.      20 Ekim 2013, Melih Gökçek (Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı) Twitter hesabında (dalga geçer gibi) : “Gece arkadaşlar bana da sürpriz yapmışlar. Bir gece de ODTÜ yolunu açmışlar. Ankara’mıza hayırlı olsun” diyen bir. tweet atmıştı. Savaş kazanmış bir general edasıyla Pazar günü hem de gece yarısı yapılan baskının müjdesini veriyordu. Neden Pazar, neden gece, neden baskın? soruları cevapsız kaldı… ODTÜ ormanındaki yaklaşık 3 bin ağaç kesildi. ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Ahmet Acar, bu durum için:  “Bu tamamen yasadışı bir tasarruftur. ODTÜ arazisine izinsiz olarak girildi” dedi.
2.      28 Şubat 2014, Recep Tayyip Erdoğan (Başbakan) Balıkesir'deki konuşmasında: "Ankara’da bir bulvar açtık. Kimlere rağmen o solculara rağmen. Onlar ateist. Bunlar terörist…“dedi. Bir zafer kazanmışçasına hatırlatmak istediği 4 ay önceki gece yarısı ODTÜ baskını…  
3.      24 Aralık 2015, Aydın Ünal (AKP Ankara Milletvekili); “ODTÜ’de Gezi olayları sırasında, dinimize, imanımıza saldırılan pankartlar asılmaya başlandı. Onlarla şovlar yapılmaya başlandı. Bunlar solcu faşistler, bunlar solculuktan da anlamayan faşistler… Bu rektör bu olayları durdurmalıdır. Yarın bunun da hesabını sorarız. Cizre’ye nasıl girildi, Silopi’ye nasıl girildi. ODTÜ’ye de öyle girilir (abç), bu ahlaksızlara bu edepsizlere bunun hesabı sorulur. Hiç kimse namaz kılınmasını engelleyemez. Hele hele Ak Parti iktidarında hiç kimse yapamaz. Hepsine haddini bildiririz. Artık saldıran öğrenciler hapse mi atılır ne yapılır ben bilmem ama artık eski Türkiye yok. ODTÜ rektöründen bir açıklama bekliyoruz. Rektör ortada yok, nerede bu adam” dedi
Gördüğü gibi bir o günkü başbakan, biri belediye başkanı, biri de milletvekili… Ülkemize gurur veren bu eğitim kurumunu (rakipleri imiş gibi), hedef haline getirmişler…  Her üçünün de ortak noktası: ötekileştirme, itibarsızlaştırma ve nefret söylemi… 
(Diyanet İşleri Başkanı ve YÖK Başkanı da sıraya girip konuya el attılar. Daha neler neler olacak bekleyip görelim bakalım…) 

***

Bir üniversiteye rakip olabilecek onunla yarışabilecek kurumlar bellidir. Bunlar, bilimsel olarak aynı alanda çalışan yurtiçi ve yurtdışı üniversitelerdir. Bu yarışmalarda, sıralama yapmak için bazı kıstaslar vardır: Öğrenci-hoca oranı, doktora-lisans diploma oranı/Hoca başına makale sayısı/ Makalelere yapılan atıflar/Endüstri gelirleri ve inovasyon/…., gibi…
Belirlenen kıstaslara göre yapılan sıralama sonuçları ilan edilir. Aşağıdaki çizelgede, son beş yılda yapılan sıralamalarda üniversitelerimizin durumunu göreceksiniz.

 


Dünya çapında 400 üniversitenin katıldığı 2014/2015 sıralamasında ODTÜ 85. Sırayı alıp ülkemiz için bir övünç kaynağı olmuştur.
14 yıllık iktidar neden ODTÜ ile gurur duyup, onu alkışlamak, başarılarını arttırmak için kaynak-parasal ve psikolojik destek sağlamıyor da; sürekli hedef tahtasına koyar, tehdit eder, yıpratmaya ve itibarsız kılmaya çalışır?
Acaba bu öfkenin kine dönüşmesinde, hangi sosyal, ekonomik ve psikolojik, nedenler etkili olmuş/oluyor?
Bu konu ekonomi, sosyal ve psikoloji alanındaki akademisyenlerce detaylı incelemelere tabi tutulabilir. Ama ben sadece üç acaba seçtim.
Acaba, ODTÜ’de okumak isteyip, puanları nedeniyle giremedikleri için mi?
Acaba, 4+4+4 ile başlayan imam hatipleştirme anlayışına getirmek için mi?
Acaba, iştahı kabartan 50 bin dönüme yakın yerleşke ve Eymir Gölü mü?
Bu üç acaba yeterlidir diyebilir veya artırabilirsiniz, bu size kalmış...  Ama yukardaki her üç acaba üzerinde en az 3-4 dakika düşünün lütfen.

Not: Yazımı bitirip tam noktayı koymuştum ki internette iki haber:
1.           “Dünya Çevre Oscar’ı ODTÜ ekibinin oldu.” 
2.          “ODTÜ öğretim üyeleri kurumlarına sahip çıkarak imza kampanyası başlattı.”( Diğer üniversite ve öğretim üyeleri susmaya devam ediyor hâlâ…)


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/turkiye-gundemi/odtu-ortadogu-teknik universitesi-122355
 

14 Ocak 2016 Perşembe

Barış! Barış!… Barış’a mecburuz


Barış, insanların tutkunu olduğu bir sözcük, bundandır ki pek çok aile bu sözcüğü, en değerli varlıkları olan çocuklarına isim olarak verdi. Ve Barış diye seslendikçe özlem duydukları barışa çağrı yaparlardı adeta. Özellikle de haksız savaşların, yıkımların, katliamların ve baskının olduğu yıllarda bu isimle yankılanırdı sokaklar. Benim de Barış isimli pek çok sevdiğim vardır. Hele birisi var ki çok genç yaşında yitirdiğim bir öğrencim. O'nu çok sık anar ve her anışımda da, bu genç ölüm için kekeme olur konuşamam, gözyaşlarıyla sulanır yanaklarım.
Neyse bu acı veren yarayı deşmeden asıl konumuza gelelim.
***
"Biz; Ne hendek, ne de hendeklerde ölümleri,
Ne tank, ne toma, ne de tuzak ve mayınları,
Ne asker, ne polis ne de gençlerin ölümlerini İSTEMİYORUZ!.
Barış istiyoruz barış. Barış için hemen görüşün diyoruz.
Siz neden ölüm istiyorsunuz, neden? Onu anlatın bize!."


Bir yazımı yukarıdaki çığlık ve dileklerle bitirmiştim.
Sonraki yazım da ise okuyucularıma iki seçenek sunup cevap istemiştim:
  1. Yıkım ve ölümlerle savaşlar kazanılır veya kaybedilir.
  2. Görüşüp, anlaştığınızda ölümler durur, huzur ve barış olur. 
Sizce hangi yol huzur verici?
Bu iki yazım için de okuyanlardan olumlu ve olumsuz epey geribildirim aldım. Olumluları kuru bir teşekkürle bir tarafa bırakalım, olumsuzları konuşalım biraz.
Yukarıdaki alıntılardan da anlaşıldığı gibi, her iki yazıda da hiçbir gizlilik yok. İkisi de, açık açık halka yaşatılan baskıya, kısıtlamaya, hukuksuzluğa karşı, insan sevgisi ve barışı dillendiren birer çağrı/çığlık... Ama gel gör ki bazı okurlar; ölümlerin sadece bir bölümü ile ilgili, sadece bir bölümü için üzülüyor, "ötekiler" olarak düşündükleri, bebek, çocuk, kadın ve yaşlıların ölümü, yaralanması, evlerinin yakılıp yıkılması ve göçe zorlanmalarını normal karşılıyor. Beni de kendileri gibi görmedikleri için, öteki görüyor, adeta "ötekiler ölsün" der gibi bir anlayış ve düşünceyi savunuyorlar.
Ve öyle bir dayatma içine girerler ki, o görüşleri onaylamanızı ister, hatta neler yazmanız gerektiğini sıralayıverirler. Bu haksz/acımasız anlayışa karşı çıkıp "ötekilerin" haklarını hatırlattığınızda ise, o bilindik nefret söylemleri (bölücü, vatan haini, ajan.) ile sizi yaftalayıp susturmaya çalışır ve sıralarlar hakaretleri.
Sanırım sağlıklı bir yorum yapamama sorunu yaşıyor bu kişiler. Orta yerde bir çatışma varsa, iki de taraf var demektir. Biri vurur öldürürse, diğeri de .  Bunu da  "etki-tepki" veya "neden-sonuç" kuralı ile de açıklamak mümkündür. Ben de bu haksız, hukuksuz savaşı değil, barışı istiyorum.
Ama estirilen algı oluşturma operasyonları, "ya bendensin, ya da ötekisin", "düşmansın", "hainsin"  türü söylemler öylesi bir iklim oluşturmuş ki ülkemizde.   Bu iklim de, tek yönlü düşünen, yorum yapamayan veya empati yapma becerisi olmayan insanların yetişmesini sağlıyor, "yazık olmuş!" bu kişilere deyip, neredeyse acır ve hak verme noktasına gelirsiniz.
Bu daha başlangıç sayılır. İleriki yıllarda; 4+4+4 sistemi ile imam hatipleşen okullar sayesinde, tek yönlü düşünen, yorum ve empati yapma becerisi olmayan insanların geometrik artışlarını göreceğiz. Ülkenin geleceği için asıl sorun da bu.
***
Dış politikadaki peş peşe yaşanan başarısızlıklar, hiç dost komşusu kalmamış ve dünyada yalnızlaşan bir Türkiye. İçeride ise, kör düğüm olup çözümsüz kalmış Kürt sorunu, inançlarına göre ayrıştırılmış halklar, işsizlik, yoksulluk ve de yolsuzlukların zirve yaptığı günlerdeyiz. İktidar sadece yârana yaranmak yolunu seçmiş. 11 yıl içinde 164 defa kamu ihale kanunu değiştirmiş ve böylesi daha nice yanlış/haksız kararlar ve uygularlar...
Zorlukların yarattığı toplumsal huzursuzluğu gidermek için, uydu medyayı kullanıp, algı değişiklikleri oluşturmaya çalıştılar olmadı, meydanları kullanarak toplumu kamplara bölüp, "ötekiler" yaratma çabaları da istenen sonuçları vermedi.
Çözüm için oturulan masayı (bir ergen psikolojisi içinde) tekmeleyerek, acele ile güvenlikçi yasalar çıkarıldı, çatışmasızlık bitirildi. Meclis ve yargı da tekçi anlayışa bağlandı. Sorunların çözümü, amacı yok etmek olan "güvenlikçi" anlayışlarda aranmaya başlandı. Böylece, hak aramaları baskılandı, susmayan basın ve medyaya el kondu, çalışanları işsiz bırakılıp, bazıları tutuklanıp susturuldu.
Ve yıkımlarla birlikte, bebek, çocuk, kadın, yaşlı gözetmeden akıtılmaya başlandı kardeşkanı, devam ediyor.
Bu kötü gidişin bitmesi için vatandaşların; oynanan oyunları görmesi, "ötekiler" in yerine kendisini koyup onları anlaması ve de bu dur durak bilmeyen "sonuna kadar" anlayışına dur demesiyle sonlanabilir.  Barış içinde, birlikte yaşamanın en basit kuralı da budur.
İşte o zaman, çözümün ancak bir masa başında aranıp bulunabileceği, öldürmek, yok etmek veya kumarbaz aldatıcılığı yapmanın sorunları çözemeyeceği anlaşılacaktır. Masa başına oturup çözüm aramak, uzlaşmadır, anlaşmadır demokrasidir, haktır, hukuktur, barıştır, birlikte yaşamaktır.
Kine dönüşmüş öfke ile yeni kanlar, yeni acılar ve yeni ölümler yaşatılır.
Tüm bilimlerde, bir soruyu/sorunu çözdüğünüz zaman başarılı olursunuz. Çözmekle görevli olduğunuz bir soruyu/sorunu yok sayar veya onu soru listesinden çıkararak yok ederseniz başarılı sayılır mısınız? Böylesi bir başarıyı hiç duydunuz mu?
Çözmek bilimin gücü, yok etmek ise aczin.
Ülkemizi ve içimizi yakıp yıkan sorunları, savaşarak, yıkıp yakarak, tuzaklarla, hendeklerle çözülemez. Belki (kısa süre), acılarla, ölümlerle, zorla, baskıyla, göçlerle geçici bir sessizlik sağlayabilirsiniz ama bu sorunları yok edemezsiniz.
Çünkü: bu baskı ve ölümler, kine dönüşür, tıpkı istenmeyen bir kalıtımsal özellik gibi taşınır yarınlara ve varır suçsuz, günahsız torunlara. Bizim göremediğimiz güven içinde yaşamayı, onlar da göremez olur.
Peki, bizim, daha doğmayan/olmayan gelecekteki neslimize böyle bir kalıt (miras) bırakmaya hakkımız var mı?
***
Bir vatandaş olarak:
Sorunların çözümü ve barış için düşman bilinen ülkelerle bile masaya oturulurken, kendi vatandaşlarınla çatışmanın bir mantığı var mı, varsa nedir diye sormalısın.
Yaşanan büyük acılarla sadece senin değil, diğer tarafın da canı, ciğeri, kıymetlisinin yitip gitmekte olduğunu anlamalısın.
Tıpkı senin gibi acılar yaşayanı görmeli, onlarla el ele verip bu acılara dur demelisin.
Egosunun tutsağı olmuşların çıkarı için kurgulanmış oyunlara kanıp, neden yıpratıp, tüketiyoruz birbirimizi demelisin.
Ergen alınganlığı ile "kaçak çay" ikramı olan masadan kaçılmaz demelisin.
Sen!. Sen!. Diye başlayan ve parmak sallayarak, tüm olumsuzlukları "ötekilere" yıkarak kendini aklama kurnazlığı ile ülke sorunları çözülemez demelisin.
Hani meydanlarda birisi  "kefenim hazır" ( bu söz hiç de hoş değil) diyordu. Şimdi ne oldu da "ötekileri" hendeklere kefensiz gömme noktasına geldiniz demelisin.
Biz, hiç kimsenin ölümüne (kefeni hazır) görev yapmasını istemeyiz.  Oturduğu makamda, hem yaşayıp, hem yaşatan, hak ve hukukun gereğini yapanları istiyoruz demelisin.
***
Ve:
Savaş bize ölüm, yıkıntı, acı yaşatır ve geleceğe de kin taşır.
Barış bizi, günümüzde ve geleceğimizde, güven içinde onurlu bir yaşama taşır.
Siz savaşı mı, barışı mı, hangisini istersiniz?


Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/turkiye-gundemi/baris-baris-barisa-mecburuz-121677

31 Aralık 2015 Perşembe

Böyle susarsak vicdanımıza nasıl hesap veririz?!..

Hani olduk olmadık yerlerde kendisi ile sohbet eder, kızar, söylenir ya, insanoğlu. Bu aralar ben de çokça konuşur oldum kendi kendimle (nasılsa kayıt koyut, tape mape yok, konuş konuşabildiğince içindeki senle), işte özgürlük buna derler, sen söyle sen işit. Kimi, bu konuşmaların veya kör kuyulara seslenişlerin insan için sağlıklı, kimileri ise sağlıksız olduğunu söyler.

Artık hangisi doğru onu bilmem, bildiğim bir şey varsa o da bu “iç konuşmaların” herkeste olduğudur. Hani insanoğlu bazen yaptığı yanlışları, haksızlıkları örtmek, kendini aklamak için bahaneler arar, maskeler takar ya…

Ama tüm bahaneler iç konuşmaları karşısında sonuçsuz kalır, yastığa koyunca başını artık kendinle baş başasın, tüm yanlış ve suçlarına ayna tutar vicdanın, ondan kaçış yok! Eğer ‘ego’ baskın çıkarsa yine, maskeleriyle güne başlar yeniden insanoğlu…

Cizre, Silopi, Nusaybin, Sur ve başka yerlerde uygulanan sokağa çıkma yasakları sonrasında, acılar, yıkımlar ve çokça ölümlerin olduğu günler yaşadık, yaşıyoruz… Ben de içimdeki kendime; “Acaba, bu mahalle ve kentlerin kuşatılıp, yakılıp, yıkılmasının arkasında da rantçıların bir hesabı var mı?” diye sormuştum.

Çok geçmedi Star gazetesi, tarihi dokusu ile birlikte yok edilen Sur’un enkaz olmuş görseli eşliğinde, “TOKİ GÖREVE” manşetini atmış ve alt başlık olarak da “TOKİ’NİN PROJELERİ HAZIR” (demek ki düşünülüp ve planlanmış)... Manşet için seçilen enkaz görselinin hemen altında ise, Başbakan’ın “Huzur sağlanana kadar operasyonlar durmayacak” sözleri var. İşte o sayfanın bağlantısı, lütfen görün, okuyun ve yorumlayınız:
http://gazetemansetleri.co/etiket/22-aralik-2015-sali-star-gazetesi-manseti/

Demek ki; bu operasyonlarla hiçbir canlı ve konutun kalmaması hedeflenmiş, huzuru da, ölümlerin ve acıların yaşandığı harabelerin üzerinde yükselecek olan TOKİ’nin rantiyeleri ile sağlamayı düşünüyorlarmış. Tuhaf bir görüş değil mi? Enkaz, işkence ve ölümlerin olduğu yerde hiç huzur olur mu?!

Oysa;

Yıkım ve ölümlerle savaşlar kazanılır veya kaybedilir.
Görüşüp, anlaştığınızda ölümler durur, huzur ve barış olur.
Sizce hangi yol huzur verici?

***

Yaşadıkça zaman geçer, yaş ilerler ve kendi kendinle konuşup kendini yargıladıkça yok olur bazı sivriliklerin, biter hep kendini odak görüp, hep kendine yontmaların… Artık kendini başkaları yerine koyup, ayna tutarsın onlara, (sence) haksız olsalar bile, onların da canları ve hakları olduğunu görür/anlarsın. İşte şimdi sen tam bir insansın.

Ama egosuna esir olmuş, vicdanı nasır tutmuş öyle kişiler var ki, öyle işler yaparlar ki, işte bunların hiçbirine, hoşgörü gösterip, hiç bir özrünü kabul edip, hiç bir durumunu haklı görüp aklayamazsın. Çünkü bunlar, insanlık suçu işlemiş insanlık ve çevre düşmanı anlayışa sahip kişilerdir. Siz unutsanız bile tarih unutmaz ve af etmez bunları. Tıpkı Hitler ve devamı faşistlerde olduğu gibi.

"Savaş İstemiyoruz! Çocukları Öldürmenizi İstemiyoruz! Girişimi" Hümanist Bürosunun hazırladığı raporu okudum. Okuduklarım kaç gündür sanki acı-ağrı-sancıdan oluşmuş bir yumru olup oturdu göğsüme…

Bu rapora göre: 26 Temmuz-30 Kasım 2015 arasında (dikkat! Listede Aralık’taki, Miray bebek ve nice çocuğun ölümleri yok), Diyarbakır, Şırnak, Ağrı, İstanbul, Mardin, Van, Ankara, Hakkâri ve Adana illerinde en küçüğü 35 günlük bebek, en büyüğü 18 yaşında olan en az 44 çocuk hayatını kaybetti. En az 52 çocuk da yaralandı. İşte ayrıntıları:
http://www.haberler.com/korkunc-tablo-44-cocuk-oldu-52-cocuk-yarali-7993747-haberi/

Bu korkunç tabloya hangi yürek dayanır, hangi vicdan buna duyarsız kalır. Bunlar çocuk, suçsuz ve günahsız çocuk!.. Yeter artık, yeter! Durdurun ölümleri!...Hiçbir canlı bu insanlık düşmanı egoların kurbanı olmamalı…

***

Birlikte ağlayıp birlikte güldüğümüz,
Birlikte aynı ekmek, aynı kitapları paylaştığımız,
Birlikte saz çalıp, okuyup, alkışladığımız,
Birlikte baskıya ve “faşizme karşı omuz omuza” eylemler, yürüyüşler, direnişler, afişlemeler yaptığımız,
Birlikte sabahlara kadar grev nöbeti tutuklarımız,
Birlikte ışık yakıp söndürerek, tencere tavalara vurup, ıslıkladığımız,
Birlikte ‘Gezi Parkı’nda ve tüm ülkede barış ve kardeşlik ateşi yaktığımız,
Bize yeni katılanlar gençlerimiz,
Dün bizimle olmayıp bugün bize hak verenlerimiz,
… Hâsılı aynı duyguları paylaştığımız derneğimiz, sendikamız, nice nice dostlarımız:

Hani “ne ırkı, ne dini, ne de dili” içindi, tarafı olmamız, ortak paydamız “insan” olmaktı.

Hani, taraflısı olduklarımız, hakları gasp edilmiş, emeği sömürülmüş ve ezilmiş, halklar ve insanlardı.

Hani, ortak amacımız ülkemiz ve dünyada: eşit, özgür, demokrasi ve barış içinde yaşamak...

Hani, tüm çabamız barış engellerini tanımak, tanıtmak onlara dur demekti.

Ve hani biz bu güzel amaçlara o kadar sevdalı, o kadar coşkulu ve o kadar çoktuk ki!..

İşte bakın, görün, taraflısı olduklarımız daha da çoğaldı. Peki, biz neden azaldık?

Oysa bugünlerde, egolar zirve yapmış (iktidar hırsı ve koltuk kapma uğruna); insan hakları, hayvan hakları, çevre hakları çiğneniyor, viraneye dönüyor evler, işyerleri mahalleler, kentler. Ülkenin bir tarafı yangın yeri, kuşatma altında, bebekler, çocuklar, kadınlar, gençler ölüyor, geleceğimiz ölüyor… Utanç verici, onur kırıcı, acı verici olaylar oluyor.

Asıl bu günlerde, kardeşlik, insanlık, barış için ele ele verip, haksızlığa, hukuksuzluğa, hırsızlığa, baskıya, ölüme dur deyip, acılının acısını görmemiz, anlamamız ve daha da çoğalmamız gerek.

Peki neden sayımız az sesimiz cılız?..

Eğer anne-baba isek, çocuklarımıza, öğretmen isek, öğrencilerimize, insan isek insanlarımıza, yani kendimize, vicdanımıza hesap vermek durumunda olduğumuzu unutmayalım.

Unutmayalım ki, bu ölümler yıkımlar oldukça, bu çığlıklar sürdükçe, bu suskunluğumuzu, hiçbir bahane haklı kılmaz, vicdanımıza ve tarihe karşı bizi aklamaz. Haklının yanında durmadığımız ve hakkını aramadığımız için, yastıklar diken olup uykusuz bırakacak, suçluluk duyup başı öne eğik olacağız…

Çiğdem Toker ne güzel özetlemiş: Vahşet, siz itiraz etmedikçe sıradanlaşır. İtiraz etmedikçe, zalimin safında görünürsünüz.

Niçin sormuyoruz, niçin susuyoruz, niçin?!

Neden hep birlikte, bu (ergen psikolojisi içindeki) savaşan taraflara:

Savaş İstemiyoruz! Çocukları Öldürmenizi İstemiyoruz!

Ölüm Değil Yaşam, Savaş Değil Barış İstiyoruz!

Yeter!… Yeter!… Yeter!…

Demiyor, diyemiyoruz neden?

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Radikal Blog’da


29 Aralık 2015 Salı

AYM (Anayasa Mahkemesi) Vekile olmaz demiş

AYM, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde uygulanan sokağa çıkma yasaklarına ilişkin Meral Danış Beştaş başvurusu görüşülerek reddetti. İşte özet gerekçesi:

“Ankara’da ikamet ettiği anlaşılan başvurucunun “sokağa çıkma yasağı” kararlarından derhâl tedbir kararı verilmesini gerektirecek şekilde kişisel olarak etkilendiğine ya da alınan kararların doğrudan mağduru olduğuna dair bir sonuca ulaşılamamıştır. Açıklanan nedenlerle, başvurucuya yönelik derhal tedbir kararı verilmesini gerektiren ciddi bir tehlike bulunduğu dosya kapsamında bulunan bilgi ve belgelerden bu aşamada anlaşılamadığından koşulları oluşmayan tedbir talebinin reddine karar verilmesi gerekir. Başvurucunun tedbir talebinin reddine oybirliğiyle karar verildi.” (DHA)

Meral Danış Beştaş bir milletvekili, vekili olduğu insanlar bir mağduriyet yaşıyor. O da, bunun durdurulması için yüce mahkemeye başvuruda bulunuyor. AYM de bu başvuruya (mağduru olmadığı için) ret kararı veriyor hem de oybirliği ile…

Oysa biz milletvekilini, “oy verenleri temsil eden kişi” diye bilirdik, halen de sözlüklerde bu tanım var.

Sana ne, mağduriyet devam etsin der gibi bir cevap vermiş AYM.

AYM kararları, hukuk normlarına uyumlu olmalı, sıradanlaşmamalı…

Çok garip çoook!.

Şimdi, her an ölümle karşı karşıya olan “sokağa çıkma yasağı mağdurları” yasak kalktıktan sonra mı haklarını arayacak?

Eğer “dur” kararı verilip bu kuşatmalar kaldırılsa ve sadece bir tek çocuk ölümü, bir canlı ölümü engellenebilseydi ne olurdu? Ne olurdu?

Öldükten sonraya (zaten hep öyle aldatırlar ya) mı kalacak davaları?

Geçtiii… Geçtiii… Geç kalmış adalet! Yine geç kaldın! Geçtiii…

Şimdi sevgili okuyucularımın bana “Ülkeyi iç savaşa sürükleyen güvenlikçi yasalara geçit veren de bu AYM değil mi?” Diye sorduklarını duyar gibiyim.

-Doğru bir soru, acaba ben çok şey mi bekliyorum AYM’den?

-Hayır, çok şey beklemiyorum. Ama insanı yaşatmayan bir karar. Böyle de bir karar olmaz ki!

Yazık çok yazık, yine “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi” yolunu gösteriyorlar.

-Onun kararları da canları geri getirmiyor ki!...

***
Gel de şimdi yıllar öncesine gidip Mahsuni, İhsani ve Şemsi Belli’yi anma…

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/turkiye-gundemi/aym-anayasa-mahkemesi-vekile-olmaz-demis-120614