Beykoz’dayım.
Temmuz ve Ağustos aylarının bunaltıcı sıcak
havalarında bile rahat nefes alıp, bazen “oh be!” dediğim bir yer burası.
Buraya gelmeden önce; “Yazmaktan çok okuyacağım, dinleneceğim, bazen yazsam
bile; Beykoz’u, martıları, kargaları, kumruları, yıllar öncesi göçmen olarak
buraya gelip yavrularla çoğalıp kalıcılaşan papağanları, denizi, tahrip edilen
çevreyi yazacağım.” Diye söz vermiştim kendi kendime.
Ama ülkemizin sosyal iklimi, Temmuz kuraklığı ve sıcaklığından
bile baskın çıktı. Rahat nefes aldırmıyor, kendine verdiğin sözü tutmana bile
izin vermiyor.
***
Henüz demokrasiyi içselleştirmemiş ülkelerde,
militarist güçler bazen demokratik olmayan yöntemlerle iktidarı ele geçirirler.
Ülkemizde de zaman zaman böylesi kalkışmalar yaşanmıştı. Toplumun çoğunlukla
sessiz kaldığı bu faşist darbeler, pek çok gencimizin ölümüne, işkence ile
sakat kalmasına, halkımızın büyük acılar yaşamasına, insan hakları ihlallerine
ve ülkece onlarca yıl geri kalmamıza neden olup çok ağır faturalar ödememize
neden olmuştu.
15 Temmuz 2016 gecesinde de, ülke çapında 300’lere
yakın insanımızın katledilmesine neden olan lanetlenecek kanlı-kara bir darbe
girişimi yaşadık. Bu girişimin eli kanlı halk düşmanı faşistleri, pek çok cana
kıymış olsalar da, bu kez halkın muazzam karşı çıkışı ile karşılaştılar ve
darbe yapamadılar.
Daha önceleri darbeler, darbeciler ve faşist
uygulamalar hakkında pek çok eleştiri yapılmış, pek çok yazı yazılmış pek çok
raporlar hazırlanmış, tanklarla bombalarla Güneydoğu bölgemizde pek çok
kentimiz yok edilmiş, büyük acılar yaşanmıştı. Ne yazık ki, bu acılar sadece
acıyı yaşayanlar ve duyarlı bir azınlığın karşı çıkışı ve çığlıkları ile
sınırlı kalmıştı. Hiçbir zaman 15 Temmuz 2016 gecesi ve sonrasındaki gibi
herkesin görüp yaşadığı, karşı koyduğu ve lanetlediği bir karşılık bulamamıştı.
Darbe girişimi karşısında Medya ürkekliğini kaybetmiş, hiç perdelemeden sansürsüz haber veriyordu, İnsanların kimi ekranların başında
lanetlerken, kimi tankların önünde, altında, kimi silahların üstüne üstüne
yürüyor…
Ve darbecilere dur!!!... diyordu.
***
Eğer samimi olarak her türlü darbeye karşı ve darbelere dur deme taraflısı
isek;
İşte önümüzde başarısız olmuş bir darbe var, panik
olmadan, darbelerin başlıca silahı olan insan hakları gasplarına başvurmadan
yapmamız gerekenler var.
Öncelikle bu ve benzeri oluşumlara kaynaklık eden
ortamın nasıl oluştuğunu, hangi yöntem, araç ve gereçlerin kullanıldığını bulup
ortaya çıkarmamız gerek.
Bunun için de, her kurumun, her makamın ve herkesin
dürüst olarak, bu sonuçlar ile yüzleşip, bu sonuçları doğuran nedenleri
sıralaması, bu oluşumda varsa katkılarını sorgulaması, yani öncelikle kendisine
ayna tutması gerek. Eğer bu sonuçta bir etkisi, katkısı varsa özeleştiride
bulunmalı. Hiç kimse kendini aklamak için savunma mekanizmalarına başvurarak
başkalarına kara çalmamalı…
Çünkü şimdi bakınıp, yakınıp, ağlaşmak yerine,
darbelere dur demek için çare aramanın tam zamanı.
Ama ne yazık ki böyle olmuyor, şimdi herkes aklanmak
için birilerine kara çalmanın kolaycılığına sığınıyor. “Ben mağdurum/Biz
mağduruz”, “Ben yapmadım o yaptı/Biz yapmadık onlar yaptı” deme yarışına girmiş durumda.
***
Bu olaylar uzayda yaşanmadı, bu nedenle
bilinmezlikleri çok fazla değil. Hepimiz birlikte gördük, duyduk ve yaşadık…
Siz de görmüş ve yaşamışsınız ya, yine de tanığı
olduğum bir olayı anlatayım:
Yıllar öncesi bir dershanede karşılaştığım bir
öğretmen ilgimi çekmişti. Çünkü bu öğretmenin, Amerika’da doktora yapmış
başarılı bir akademisyen olduğunu öğrenmiştim. Ve ister istemez böyle başarılı
birisinin, nasıl olur da, böylesi sıradan bir dershanede psikolojik ve ekonomik
olarak doyum içinde çalışabileceğini düşünmüştüm.
Merak ettiğim bu konuyu dolaylı bir anlatımla ilgili
öğretmene sormak fırsatı buldum ve sordum.
Öğretmen (samimi olduğuma inanmış olacak ki) samimi
olarak bana anlatmaya başladı. Anlattıkları aşağı yukarı şöyle idi: “
Ben, Torosların doruklarındaki bir köyde yaşayan oldukça fakir bir ailenin beş
çocuğundan üçüncüsü idim. Köyümüz küçük bir köy olduğundan, ilkokulu
birleştirilmiş sınıflarda okudum. Başarılı bir öğrenci olduğum için öğretmenim
bazı derslerde beni 2 sınıf üsteki öğrencilerle birlikte derse alırdı… İlkokul
bitince öğretmenimin teşviki, bazı akrabalarımızın katkısı ile babam beni
kasabadaki ortaokula göndermeye razı oldu. Böylece köyümüz ve komşu köylerden
gelen öğrencilerin kiraladığı bir evde kalmaya başladım. Sınav sonuçları belli
oldukça Ortaokulda da başarılı bir öğrenci olduğum belli olmaya başlamıştı.
Ortaokul 1. Sınıfta iken Şubat tatilinden sonra bir “abi” benimle tanışıp, bana
karşılıksız olarak özel dersler vermeyi teklif etti, sevinerek kabul ettim. Çok
güzel bir abi idi, arkadaş olduk, beni başka abilerle de tanıştırdı…, ders
başarım daha da artmıştı. Ayrıca benim kitap, defter gibi ihtiyaçlarımı
karşılayıp, bazen yemek ve haftalık harçlık verdiler. Bana bu sıcak ilgiyi,
Lise, Üniversite ve Amerika’da Master-Doktora yaparken de gösterdiler. Sonuç
olarak; Beni dağ köyünün yoksul bir aile çocuğu iken destekleyip bu güne
getirdiler. Şimdi de bana burada ihtiyaç duydular, gel burada “abi” ol dediler.
Neden gelmeyeyim?” dedi.
***
Başka soru sormadım sadece teşekkür edip vedalaştım.
Günlerce bu konuyu düşündüm hiçbir art niyet de
bulamadım. Bu iş sadece Minnet borcu…
O, bu işi yaparken borcunu ödemiş, görevini yapmış
olmanın hazzını yaşıyordu. Kendisine nerede görev verilirse verilsin, ne
yapması istenirse onu yapacak, kendisine “abilik” yapanlar gibi minnet borcu
olan çocuklar-gençler yetiştirecekti.
Şimdi siz de bu minnet borcunun 15 Temmuz 2016 güne
etkilerini, darbecilerin cüzdanlardan çıkan okunmuş, kutsanmış(!) 1 $’ların yaptırım gücünü düşünün.
Akılsa akıl, okulsa okul, hepsi var bunlarda. Fakat
bakın görün ki minnet borcu içinde olup, alnı secde görmüş komutanlar,
aldıkları emir üzerine neler yaptı neler…
Şimdi bunların şerrinden korunmak için polislere daha
güçlü silahlar vermenin yolları arıyorlarmış.
Oysa şiddet; öfke, kin ve yeniden şiddeti yaratıyor.
Yoksullukla savaşıp, muhtaçlığı bitirmedikçe,
demokrasiyi, insan haklarını var etmedikçe, empati yapmayı, yorum yapmayı
öğretmedikçe, nasıl diye çözüm
aratmadıkça, özgür düşünen bireyler olarak yetiştirmedikçe nafile, minnet borcu
tutsakları hep olacak…
Bu şiddet nesli, okullarda doğdu, okullarda yok
olmalı.
Eğer istenirse okullarda; tornadan çıkmış,
koşullandırılmış, minnet borcuyla tutsak olmuş, kişiliği yok edilmiş nesiller
yerine özgür birey olmayı sağlayacak bir eğitim verilebilir.
Yeter ki, okulları kendi arka bahçeleri saymasın
birileri…
Yeter ki, eşitlikçi, demokratik, laik ve çağdaş
anlayışla verilsin eğitim.
Demokrasi düşmanları, sadece daha çok demokrasi
sağlanarak kalıcı olarak yok edilir…
Bu yazı radikalyazar.com’da:
http://www.radikalyazar.com/eger-samimi-iseniz/