4 Aralık 2020 Cuma

ANADİLİ


Türk Dil Kurumu (TDK)
 internet sitesi, Dilimiz Kimliğimizdir giriş cümlesi ile başlar. Bu söz, dili olmayanın kimliği olamaz anlamına gelir ki, çok doğru bir tespittir. Çünkü her insan yavrusu, ilk çığlığını atarak Dünya’ya 'merhaba' dediğinde, ilk karşılığı anasının sevgi dolu bakışı ve sesinden alarak, adı 'insan' olan ilk toplumsal kimliğine kavuşur.  

İnsanoğlu, anadilini, bedenini ve düş gücünü kullanarak değişir, gelişir ve üretir. Ve geçmişten miras kalan kültürü bugüne, bugünkünü de yarınlara, uzak yarınlara taşıyarak ölümsüz kılar.    

 

Bunun için anadili kutsaldır ve her insan için hava-su-besin kadar yaşamsal önemi olan bir 'insanlık' hakkıdır. 


Bunun için anadili yasakları insanların duygularını kelepçeler , derinlerinde derin derin yaralar açar.  


Anadolu, nice anadile ve nice kültüre beşik olmuş bir coğrafya. Hepimiz, böylesi bir coğrafyada yaşayıp, bu nice zenginliğe mirasçı olduğumuz için: övünçlü, onurlu ve gururluyuz. 


"Her insan kendisini en iyi anadiliyle ifade eder" biliniyorken...  

Bu zenginlikleri bir arada tutup daha da zengin olmak varken... Ne yazık ki yıllar öncesine dayanan bazı yönetimsel hatalar ve bazı tekçi-ırkçı anlayışlar, bazı gereksiz korkular yüzünden, bazı kültürler düşmanca yasaklarla yok edilmek istenmektedir. 

 

İşte bu inkarcı anlayışlar yüzünden Anadolu'muz, yavaş yavaş nice dil ve kültüre mezar olmak üzere.  Bunun içindir ki, susturulan, yok sayılanların kafalarında, kalplerinde büyüyor, büyüyor insani çığlıklar.  

  

Yaşam hakkı nasıl kutsal ise, bir bireyin ana diliyle kendisini ifade etmesi, kültürünü paylaşması, başka kültürlerle tanışmak, dostluklar kurmak istemesi de kutsal ve saygındır. Böylelikle diller yarışır topluma huzur ve zenginlik katar, barışı getirir. O halde bir toplumun değerlerini, kimliklerini yok saymak, onları başka bir dil, başka bir kültür, başka kimliklere mecbur kılmak nedendir? 


Bizim büyük bir ilimiz kadar büyüklükte olan İsviçre'de dört resmi dil vardır ve her dile eğitim-öğretim hakkı tanınmaktadır. 


Şimdi de Türk aydınlarına, Türk solcularına, bürokratlara, yöneticilere ve vicdan sahibi herkese sormak istiyorum:


Neden/niçin ülkemizdeki milyonlarca Kürt, Laz, Çerkes, Gürcü, Tatar, Roman ve diğer vatandaşlarımıza kendi anadillerinde eğitim-öğretim hakkı verilmez?  

  

Niçin ülkemizde; demokratik, çoğulcu, eşitlikçi bir iklim oluşması için çaba göstermek yerine, ama, fakat, lakin, vatan, millet diye diye kıpırdamaz oldunuz?  


Yetmedi mi sadece “ben” deyip insan haklarına karşı durmanız?


Yıkın artık önyargılarınızı, korkularınızı yıkın!..


***

Eğer geçmişin tarih arşivlerini yok sayıp (ama siz tarihi yok saymayın ve gerçeklere ulaşmak için aşağıdaki başlıkları sorgulayınız lütfen) desem ki:


1071 Malazgirt Zaferinde Bizanslıların yenilgiye uğratılmasında, 1187 Kudüs'ün Haçlılardan kurtarılmasında, Yavuz Sultan Selim'in İran ve Mısır seferlerinde Kürtler yoktu. 


II. Mahmut ile II. Abdülhamit döneminde ne Kürtler ne de "Kürdistan" diye özerk bir bölge vardı. 


Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongresi, El-Cezire Cephesi Komutanına yazılan mektup, 1920 Anayasası, Meclis, Nutuk ve tüm diğer belgelerde ne Kürtler ne Kürt Beyleri ne de Kürtlere verilen sözler vardı... 


Bunların hepsini yok saysak bile bugün orta yerde durmakta olan bir gerçek var! Türkiye nüfusunun yüzde 20/25'i Kürt vatandaşlardan oluşuyor! Ayrıca ülkemizde; Laz, Çerkes, Gürcü, Tatar, Arnavut, Boşnak, Pomak, Roman ve diğer vatandaşlarımız da var! 


Bunlar ülkemizin renkleri, güzellikleri ve gerçekleri, bunları nasıl yok sayacağız ki? 


***

Yukarılarda bir yerde: "anadil yasakları insanların duygularını kelepçeler, derinlerinde, derin derin yaralar açar" demiştim ya bunu kanıtlamak için ve "bizler et ve tırnak gibiyiz" diyenlere sunulmak üzere iki insani çığlığı size anlatmak istiyorum (Dileğim, bu çığlıkların; sadece tek kişiye özgü olmayıp milyonlara ait olduğu gerçeğinin görülmesidir.): 


Birinci Çığlık:


"35 yıllık gazeteciyim, Türkçenin dışında Fransızca ve İngilizceyi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum. Ama kendi anadilim olan Lazcayı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibaret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük uktelerimden birisi..."    

      

Bu sözlerin sahibi: Ruşen Çakır. Ruşen Çakır, yıllardan beri severek okuduğum yaratıcı-araştırıcı bir yazar-gazetecidir. Onun bu özellikleri de kurucusu olduğu 'Medyascope' yayın platformunu önemli bir marka yapmıştır. İşte yukarıda alıntıladığım sözleri de bu platformda; 35 yıllık gazeteciliğinden kesitler sunduğu GOMAŞİNEN (Hatırlıyorum) isimli bir dizi söyleşinin girişinde söylüyor. 


İkinci Çığlık:


Bu çığlık da şair ve yazar bir Kürt aydını olan Musa Anter (Doğ.:1920 / Öl. 20 Eylül 1992) - Anter, bir silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Eski JİTEM elemanı Abdulkadir Aygan; Anter'in, kendisinin de içinde bulunduğu tim tarafından öldürüldüğünü söylemişse de bu olay halen karanlıktadır.-  


Anter'in,1959 Eylül ayında Diyarbakır 'İleri Yurt' gazetesinde "Qimil" isimli bir şiiri çıkar (Türkçe karşılığı: kımıl veya süne, bu böcek, büyük sürülerle gelir ve ekinlere çok zarar verir). Bir de acıklı hikayesi olan bu şiirin iki dizesi şöyledir:


"Qimil hati lo apo bi rafa ye rebeno (kımıl geldi ey amca , zavallı kafilelerce) 

Xwar genimi lo apo hişti ka ye rebeno" (yedi buğdayları ey amca, geriye saman kaldı) 


Şiir ülke çapında adeta bir deprem etkisi yaratmış. O yılların en etkili; Yeni Sabah, Akşam ve Cumhuriyet gazetelerinde nasıl olur! manşetleri atılmış, tanınmış yazarlar zehir zemberek ırkçı yazılar kaleme almış... Cumhurbaşkanı Bayar da bu nedenle çok rahatsız olmuştur. İşte Musa Anter'i hapse attıran süreç böyle başlamıştır. Musa Anter bu süreci şöyle anlatır: 


"Kürtçe cümleler serpiştirdiğim her yazım dava konusu oluyordu. Duruşmaların birinde asliye ceza yargıcı Musa Bey, ne diye Kürtçe yazıyorsunuz' diye sordu. Ben de Hâkim bey, İstanbul'da Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler gazete çıkarıyorlar. Ayrıca İngilizce ve Fransızca gazeteler de çıkıyor. Ben Kürtçe yazıyorum diye ne olacak' dedim. Hâkim, 'Efendim onlar azınlık' dedi." 


Ve bunun üzerine Musa Anter de o tarihe geçen veciz sözünü söyler:


"Benim bir azınlık kadar hakkım yoksa böyle çoğunluğu ne yapayım?"

 


               Diğer yazılarım için: tıklayınız



27 Kasım 2020 Cuma

ACI REÇETE

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ülke ekonomisi ile hukuk sisteminde yaşanan tıkanıklık ve çöküntü için reform yapılacağını açıkladı ve dedi ki:  

“... Yaşadığımız kritik dönemin ruhuna uygun şekilde, gerekiyorsa devlet ve millet olarak fedakârlık yapmaktan, acı da olsa doğru reçeteleri uygulamaktan kaçınmayacağız”, ve Avrupa Birliği üyesi olduğumuzu hatırlatmayı unutmadı.


Konuşma kapısını aralayan bu sözlerden hemen sonra da Adalet Bakanı Gül, yargıç ve savcılara: “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun.” diye seslendi.  


Bu sözlerle,18 yıllık iktidarda nelerin yok olduğunu ilan ediliyordu. 


Bu sözlerle; ekonomi ve adaletin toplum yaşamı için oksijen olduğu, onlarsız bir yaşam olamayacağı gerçeği bir kez daha hatırlanmıştı. 


Aslında biz bu tür sözlere alışıktık, ilk kez duymadığımız için de hiç şaşırmadık.  Seçim veya darbelerle başa geçen her iktidar popülist bir anlayışla: “enkaz devraldık" diye önceki iktidarın bilanço verilerini tek tek sayar ve onları halka şikâyet ederdi. Fakat şimdi durum farklı, bu sözleri söyleyenler tam 18 yıllık bir uygulamanın sorumluları! 


Bu sözler; iflas etmiş bir sürecin algı yaratan sloganlarıdır. 


Bu sözler; çakılma öncesi bir feryattır. 


Gerçekler ortada iken popülist bir anlayışla söylenen bu sözlerin asıl hedefi, iktidarın kendi taraftarlarıdır. Çünkü yaşanmakta olan acı gerçekler, o taraftarları sarsmış, uyandırmaya başlamış yani tehlike çanları çalmaya başlamıştı. O taraftarlar ki, adalet, hukuk ve her şeyi bilen tek bir kişi olduğuna inanmışlardı, işte onlar da uyanmaya ve arayışa başlamıştı. Onları uyandırmak için söylendi bu sözler. Ancak o zaman 18 yıllık tek kişi iktidarı aklanabilir ve ancak o zaman bu iktidar devam edebilirdi.


Malumu ilan eden bu tespitleri; en yetkili, en etkili ve en sorumlu kişiler yapıyorlarken, onları dinleyenler de şunları fısıldıyordu: 

"Demek ki ülkedeki adalet sistemi çökmüş. 18 yıllık iktidarın, 'doğru reçete' ile hazırlanmış bir ekonomik programı da yokmuş!... Demek ki, bu toplumun yaşam çarkları; paslanmış, bozulmuş ve işlevsiz kalmış." 


18 yıllık iktidar, acı reçete sunacakmış!...  


Peki, o zaman sormak gerekmez mi: 18 yıldan beri, "tek adam" yetkileriyle donanıp, yeterli sayısal destekle iktidar olan, kendisini denetleyen, yargılayan, sorgulayan hiçbir kurum, kuruluş ve engel bırakmayan bu lider, neden/niçin “doğru reçete” uygulamamış?  


Ne yapmış ki, bu enkazlar oluşmuş? 


Şimdi 18 yılın hesabını sormak gerekmez mi? 


Bunlar; araştırılması, düşünülmesi ve konuşulması gerekenlerdir.

 

*** 

18 yıllık iktidar, acı reçete sunacakmış!...  


Peki, kim için, kimler için bu acı reçete?


Adrese teslim ihalelerle verilen, fakat şart ile fiyatları gizlenen, sadece her yıl ödenecek olan dolarlı garantilerin 40-50 yıl sonra doğacak torunlarımıza kadar sürecek olduğu bilinen ve bunun için de ülkenin kara delikleri sayılan; tünel, köprü, yol, şehir hastanesi yapan 5 müteahhit firmaya mı?


Sümerbank, Şeker Fabrikaları, Maden ocakları,Tank Palet Fabrikası gibi nice ekmek teknesi ile dağları, dereleri, ormanları, yaylaları teslim edilen sermaye sahiplerine mi? 


Zırhlı araçları ve koruma birliklerince gittikleri şehirlerin trafik akışını felç edenlere mi?


İtibardan tasarruf olmaz diye yaptırılan saraylar ve masraflarına mı?


İçleri boş sayılan 8 uçakla Kıbrıs'a piknik yapmaya gitmiş olanlara mı? 


Yukarıda sıralanan ve benzeri olanların dokunulmaz oldukları gerçeği bilindiğine göre, yoksa:


Köylüye mi?

 -Zaten köylü kalmadı ki, tarım da bitti!


İşçiye mi?

 -Zaten çalışan işçiler yarı aç! İşsizler çoğaldıkça çoğaldı.


Memura mı? 

-Zaten onlar güvencesiz ve yoksul! 


Gençlere mi?

-Zaten gençler hayalsiz, umutsuz, güvencesiz!


Yoksa, yoksa ...:


Soma, Ermenek madencileri ve Kocaeli'nin metal işçilerine mi? 

-Zaten onların hakları patronlarca gasp edilmiş. Devlet, onları ve haklarını korumak yerine; barikattoma, cop, gaz kullanarak, tutuklama tehditlerinde bulunarak, insani ve demokratik haklarını bile kullanmak için izin vermedi. Ve yine hakları gasp eden patronlardan yana oldu.  


Peki, kim için, kimin için hazırladınız bu acı reçeteyi?! 


Yeter artık, 18 yıldır beceremediniz. 


Gidin, gidin! 


Yeter artık yük olmayın yoksul halka... 


Gidin, gidin, gidin!




               Diğer yazılarım için: tıklayınız