31 Ocak 2014 Cuma

Başbakan Erdoğan: “Asıl çevreci biziz be!” demiş.


“Asıl çevreci biziz be!” söylemi haklı olabilirdi,

Eğer:

Çevreyi korumak isteyen ‘Gezi’ göstericilerinin üzerine; polis, toma, gaz, kimyasal su ve plastik mermilerle gidilmesini durdurup; yaralanma, sakatlanma ve ölümler yaşanmasa… 
      
Okul arazilerini korumak isteyen ODTÜ’lerin üzerine;  polis, toma, gaz, kimyasal su ve plastik mermilerle gidilmesini durdurup; yaralanma, sakatlanmalar yaşanmasa…

ODTÜ’ye, ‘gece baskını’nı yaptırıp, zafer kazandığını ilan eden belediye başkanını ödüllendirip, yeniden belediye başkanı adayı ilan etmese… 
     
1994 den bu güne yönettikleri İstanbul’a + katlar vererek gökdelenler diktirmeyip; ormanı, yeşili, barajı, dereyi, parkı, yolu, kanalı, trafiği, görüntüyü vb. yok etmese…

İstanbul’un kuzey ormanlarını, Ataköy’ün asırlık ağaçlarını, Yenikapı’nın sahilini yok etmese…

İstanbul’un, havasında siyanür ve musluklarında arsenikli su (çevre örgütlerinin tespiti) bulunmasını önleye bilse…

Yüzlerce çevre kıyımından sadece iki örnek; Beykoz’da “Tabiat parkı” ilan edilen Polonezköy’ü ve Çanakkale’de,“Doğal sit alanı” olan “Bozcaada Akvaryum Koyu”nu imara açmaya çalışmasa…

Artvin, Rize… Daha nice yerde HES’lerle; ırmakları-dereleri kurutup cennet vadileri yok etmese…

Oksijen kaynağı olan dağları, ormanları zehirli kimyasallarla tahrip edip madencilere vermese…
 
Denizleri trollere, Marmara, Ege, Akdeniz… Bölgesi ve kıyılarını dozer-vinç-kepçelere… Velhasıl müteahhitlere sunmasa
             
Kars'taki ‘İnsanlık Heykeli'ne ucube deyip, yıktırmasa…

Marmaray kazısında bulunan, 8 bin yıl öncesine ait tarihi miraslar için:Marmaray projemiz var, basit çanak çömlek hikâyesi bize dört sene kaybettirdi.” demese…   
    
Kısaca; hem vuran hem bağıran olmasa…


Daha yazayım mı?

-Hayır, yeter, yeter artık!  ‘Telefon tapeleri’ne girme biz biliyoruz!
Dediğinizi duyar gibiyim.

O halde, yukarıda sıralanan ‘olmasalar, olmasa belki de, “Asıl çevreci biziz be!” (bence, be! ünlemi kullanılmasa daha da iyi olur) diyebilirdi.

Peki, hiç mi çevreci değil?
Diye, sorar gibisiniz.

Soruya soru ile cevap verilmez ama, ben yine de;


 “Asıl çevreci mi, yakın çevreci mi?” sorusunun cevabını size bırakıyorum… 


SONUÇ: Bu yurt hepimizin, sahip çıkalım!




  
 
Polenezköy'den



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Aynı yazı Milliyet Blog'da:
http://blog.milliyet.com.tr/basbakan-erdogan---asil-cevreci-biziz-be---demis/Blog/?BlogNo=447013

20 Ocak 2014 Pazartesi

Bir gezinin yaşattıkları ve düşündürdükleri…

Değişik yıl ve mevsimlerde çocuklarımın peşi sıra Münih, Edinburgh, Londra, Zürih ve Freiburg’a gitmiştim. Bu seferki gezimi de 4-15 Aralık 2013 günlerinde Nürnberg´deki kardeşimin yanına giderek yaptım.

Gezdiğim bu kentlerin ortak özelliği, tarihi dokularını bozacak bir yapılaşmaya izin verilmemesidir. Bu kentlerde, müteahhitlere avantaj sağlamak için izin verilen ve gökyüzünü delercesine yükselen ucube binaları göremezsiniz, tek tük de olsa karşılaştıklarınız genellikle ofis binalarıdır. Yani, şimdilerde İstanbul’da olduğu gibi çılgın projeler yok buralarda. Yapılacak projelerin tarihi dokuya ve çevreye uyumlu olması yanında, yola, suya, elektriğe,… verebileceği olası yükler hesaplandıktan sonra izin verilmektedir. Yazımın asıl konusu trafik ve çılgınca büyüme olmadığı için bu konuya şimdilik noktayı koyalım.

Ve artık yazının asıl konusu olan Nürnberg gezisine gelelim.

İstanbul-Nürnberg uçak yolculuğum sırasında yanımda oturan ve uzun yıllar Nürnberg’de çalışıp emekli olan bir işçi arkadaş bana “Nürnberg çok güzel bir kent, gezilecek pek çok yeri var, fakat siz yanlış mevsimi seçmişsiniz.” Demişti. Ama şansım yaver gitti, kaldığım sürede ne rahatsız edici soğuk,  ne de çok yağmurlu günler oldu.

Nürnberg, Almanya'nın Bavyera eyaletine bağlı en büyük 2. Şehri olup endüstri başkenti olarak da kabul edilir. 2012 deki 510.602 nüfusu ile İstanbul’un ancak 1/27’si kadardır. Ve bu nüfusun %10'nu da Türkiyeli göçmenlerin oluşturduğu söylenir. Almanya’da tümüyle otomatik, vatmansız ilk metro taşımacılığına 2008 yılında Nürnberg’de başlanmış ve devam ediyor…  (Acaba neden, henüz yeni yapılmış metro hatlarımızda bu teknoloji kullanılmamış!)

İstanbul’da; AVM, çarşı, pazar gibi yerler fazlasıyla var olduğu için, Nürnberg’de günlerimi daha çok, tarihi yerler, müze ve parklara giderek geçirmeye çalıştım. Her gün çevreyi tanımak için otomobille veya yürüyerek gezmeye çıkıyorduk. Büyük bir zevk alarak gezdiğim ormanda; değişik tür ağaçlar, çiçekler, böcekler, kuşlar, hayvanlar… Kısaca ormanda olması gereken her şey vardı.

Oturduğumuz semt, kentin kuzeyinde olup, kent merkezi dışındaki tüm yerleşimler de olduğu gibi burası da genellikle 2-3 katlı bahçeli evlerden oluşuyordu. Hemen bitişiğinde ormanlık bir alan, onun da yanı başında ise, (yazma konularımdan birincisi olan) 1250 dönümlük Halk Parkı Marienberg vardı1930’lu yıllarda askeri hava alanı olan bu park, şimdiki Nürnberg havalana da yürüme mesafesindedir. (Dilerim yapımına yeni başlanmış olan ismi tartışmalı hava alanı bittiğinde Atatürk Hava alanı da böylesi bir park yapılır.)  İstanbul bu özelliklerde bir park bile yokken, bu kentin değişik bölgelerinde buraya benzer daha onlarca park var…

Marienberg’da; yayalar ve bisikletliler için de ayrı, ayrı geniş ve birbirine paralel yollar vardı. Böylece kimse kimseyi  rahatsız etmeden rahatça gezebiliyordu. Bu yollar, parkı adeta dilimleyerek, parçalara ayırmasıyla,  her yaş ve zevke hitap eden eğlence, barbekü, gezi, oyun, güneşlenme alanları, çayırlar, yapay gölet, kızak-kayak yapılacak tepeler gibi yerler oluşmuştu. Bir de unutmadan söylemeliyim ki, bizim ‘Taksim Gezi Parkı’nın 3-4 katı büyüklüğünde bir alanı da sadece köpeği olanların kullanımı için ayırmışlar…

Etrafı çevrili olmayan bu park, alabildiğine geniş ve uzun yeşil bir halıyı andırıyordu. Bu devasa halıda, daha çok meşe ağaçları ve az da olsa kavak ve değişik ağaç türleri ile çalımsı süs bitkilerinin oluşturduğu öbekler vardı. Bu öbekler sanki bir halının kökboyalı motifleri gibi duruyordu. Bu durum bana, ilkbaharda (oysa şu an mevsim kış) Anadolu’nun değişik bölgelerinde gördüğümüz yaylaları hatırlatıyordu.

Mevsim kış fakat her yer yemyeşildi. Çevre köylerde ise büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar çayırlarda otluyordu (bizde, hayvanlar ahırlarda yapay ve kuru yemlerle beslenirken), buradakiler özgürce yeşil otlaklarda... Burası bizim yurdumuza göre oldukça kuzeyde bulunan bir kent, ama her mevsim çok bol yağmur aldığı için her zaman yemyeşil.

Aralık ayı olduğu için hava soğuk, o nedenle de parkın müşterileri az. Sanırım kış dışındaki mevsimlerde bu parkın cıvıl, cıvıl olduğunu anlatmaya gerek yok. Bu güzellikleri gören herkes bunu kolayca tahmin edebilir. Bu güzelliği kim gezip görmek, yaşamak istemez ki?


Nürnberg’in hemen yanı başında 115.000 nüfuslu Fürth kenti var. Burada bulunan kaplıcanın övgüsünü duymuştum (yazma konularımdan ikincisi ), tabii ki gitmemek olmazdı. Bir günümüzü de bunun için ayırdık. Kaplıcada, tüm gün veya 4 saat kalmak gibi iki seçenekten ikincisini seçtik. 

Ve girdik kaplıcaya, mühendislik aklı ve becerileri ile o denli güzel işlemlerden geçirmişler ki suyu, her yaşta insanlara büyük hazlar yaşatan bir eğlence ve sağlık merkezi olmuştu. Tuzlu su havuzu, soğuk su havuzu, sauna, bina içinde ve dışında değişik işlevlere sahip onlarca havuz var. 

Bu sınırlı zamanda tüm bölümlere girdim-çıktım. En çok sevdiğimi aktiviteyi soracak olursanız size cevabım; “İçerideki havuzları dolaşıp, buz gibi su ile dolu havuza ördek misali dalıp çıkmak, vücuduma binlerce iğne batıyormuş duyumunun verdiği enerji ile dışarıdaki havuzlara koşmak, orada da uzun süre kalmaktır.” derdim. 

Yaşım 63, mevsim kış, aylardan Aralık, dışarıdaki havuzlardan hiç çıkmak istemiyorum… (Şimdi gel de yurdumun pek çok yöresinde sahipsiz kaplıcaları veya tek havuzla yetinilen yıldızlı tesisleri düşünme). Bu kadar yeter sanırım.

İnsana yaşam zevki ve tutkusu veren; orman, park, göl, ırmak, nehir, kaynak sular, deniz ve benzeri ortak kullanım alanları, bizden öncekilerden bize miras kalmıştır. Bu yerleri koruyup yaşanır halde bizden sonrakilere bırakmak zorunlu bir insanlık borcudur. Bu duygu; sınır, ırk, din tanımıyor artık. Dünya hepimizin... 

Şu an bulunduğum kentin %10 nüfusunu bizim ülkemizden gelen insanlar oluşturuyorsa, bizim yurdumuzda da başka ülkelerden gelip yerleşmiş bizim kadar hak sahibi olan insanlar var. O halde; bu birleşmiş-kaynaşmış dünya hepimizin…

Hani "birleşmiş-kaynaşmış dünya hepimizin"di sonucuna varmıştık ya, bazen ego öne çıkıyor, “Bana ne, bana ne, ben de isterim. Bende yurdumda bunları isterim.”  deyip kıskanıyor bu güzellikleri. İşte egomun söylettiklerini de parantezlere sığınarak sundum sizlere…


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


Bu yazı Milliyet Blog'da:
http://blog.milliyet.com.tr/bir-gezinin-yasattiklari-ve-dusundurdukleri-/Blog/?BlogNo=445528

21 Kasım 2013 Perşembe

Kızlı Erkekli Eğitim…

Her gün kamuoyunun sinir uçlarına basacak bir konu, bir alan buluyor ve dokunuyorlar. Daha Kızlı–Erkekli evler tartışmasının sıcaklığı bitmeden, bu kez de  Kızlı Erkekli Eğitim tartışmasını başlattılar.

20.11.2013 günü de; TBMM Başkanvekili (AK Parti Kayseri Milletvekili) Sadık Yakut, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve UNICEF’in işbirliğiyle TBMM’de düzenlenen 14’üncü Ulusal Çocuk Forumu’ndaki konuşmasında; "Maalesef şimdiye kadar kız ve erkek öğrencilere birlikte eğitim yaptırılmasını büyük bir yanlışlık olarak değerlendiriyorum. İnşallah bu yanlışlık önümüzdeki dönem içinde düzeltilecek" dedi. İşte O konuşma:

Bu sözleri kime hitaben söylüyor?

“20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü”nde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve UNICEF işbirliğiyle düzenlenen 14. Ulusal Çocuk Forumu’nda Bakan Fatma Şahin ve 81 ilden gelen 1 (bir) kız ve 1 (bir) erkekten oluşan Kızlı-erkekli öğrenci grubuna… 
(Konuşma bitince de birlikte aşağıdaki fotoğraf çektiriyorlar.

Daha sonra gelen tepkiler üzerine de; “TBMM Başkanvekili olarak törende görüşlerimi dile getirdim. Bu partimin  görüşleri değildir.” Deyiverdi.

Bence bu, daha da büyük bir kabahat... Keşke TBMM Başkanvekili olarak değil de partisi adına konuşsaydı...  

Konuşma üzerine twitter'de tanımadığım “CK @cngzkync, “Yine bir deli kuyuya taş atmış...” diye yazmış ve buna karşılık olarak “Deniz Ülke Arıboğan da: Ama tam deli işi olmuş bu” diye yazmıştı.

Çok isterdim ‘kırk akıllı’, haydi yetmedi ‘elli akıllı’ çıkarılabilseydi bu taşı... Bu bir grubun bilinçaltının dışavurumudur, sadece bir kişi ve bir taş ile sınırlı değil ki… Taş ocağı oluşmuş adeta...

“İnşallah bu yanlışlık önümüzdeki dönem içinde düzeltilecek" yani karma eğitimi bitirecekler kız-kıza eğitim, erkek-erkeğe eğitim başlatacaklarmış. (Zaten bazı okul türlerinde uygulamaya başlamışlar.)

Niyet okuyucusu değilim, ama psikoloji bilimi bu söylemde bulunan kişiler için; bastırılmış duyguları nedeniyle, herkese kuşku ile bakan, mantıksız hayaller kuran, onları gerçekmiş gibi savunurlar… tanısında bulunur.

Peki, bu insanlar, bizim; kızlı-erkekli kurtuluş savaşı verdiğimizi, tarihimizde; Halide Edip, Nene Hatun, Satı Kadın… gibi nice anamız olduğunu bilmiyorlar mı?

Ya, Cılavuz, Savaştepe, Pulur, Hasanoğlan, Çifteler, Kızılçullu, Aksu, Beşikdüzü,... gibi 20 yıldızımız olan Köy Enstitüleri’nin (1939-1942 yıllarında açıldılar) Kızlı-Erkekli öğrencileri olarak inşaat işçiliğini yapıp, bahçesinde, tarlasında çalışarak, dünya klasiklerini okuyup, birer çağdaş öğretmen olarak yurdumuza ışık saçtıklarını da nasıl unutmuşlar? (Çok yazık, belki bu görüşte olanların anaları-babaları da bu değerli insanların öğrencisi olmuştur.)

İşte bu nedenle ben, hakaret ve nefret kokan: “kız ve erkek öğrencilere birlikte eğitim yaptırılmasını büyük bir yanlışlık…”sayan bu söylemi unutamıyorum, unutmamalıyız, söyletmemeliyiz… diyorum.

Yaşamımdan bir önek:
Yıl 1962, köyden ilk kez büyük kente gelmiş 12 yaşında ürkek bir öğrenciyim. Sınavını kazanarak geldiğim öğretmen okulu 6 yıllık “parasız yatılı” ve kentin 10 km dışında. Sadece erkek öğrenciler için yatılı, ama az sayıda da olsa öğretmen ve okul çalışanlarının kızları “gündüzlü” (yatılı olmayan öğrenci) olarak okuyor.
Uyum sorunlarımızı aşıp 2. Sınıfa geçtiğimiz yıl, alınan karar gereği okulumuz “karma eğitime” geçti. Artık köyden gelen kız öğrenciler de bizim gibi  “parasız yatılı” olmuşlardı. Ve okulumuz bir coşku yakalamıştı, artık hiç kimse giysilerini ütüsüz ve ayakkabılarını boyasız giymiyordu. Sosyal aktiviteler artmış. Okulumuzda adeta akademik ve sosyal bir yarış başlamıştı. Bu sayede daha özgüvenli olmuştuk, artık davranış ve konuşmalarımızda otokontrole başvuruyorduk.

Yazımızı düşünmesi gereken üç soru ile bitirelim:
  1. Kız ve erkek öğrencilerin birlikte eğitim yapmasında var olan büyük sorun nedir?
  2. "Kız kıza eğitim" yapan öğrencilerin karşılaşabileceği sorunlar nelerdir?
  3. "Erkek erkeğe eğitim" yapan öğrencilerin karşılaşabileceği sorunlar nelerdir?




             (Toplantı anısı olarak çekilen kızlı-erkekli fotoğraf)

                   
Bu yazı Milliyet Blog'da:
http://blog.milliyet.com.tr/kizli---erkekli-egitim-/Blog/?BlogNo=43737




                      Yazarın diğer yazıları için tıklayınız



17 Kasım 2013 Pazar

DERSHANELER BAHANE!...

Gündemimizde önemli bir yer tuttu dershane tartışmaları. Ben de bir eğitimcinin bu konuya kayıtsız kalamayacağı sonucuna vararak yazıyorum.

Nedir dershane? Basit bir şekilde:
“Dershane, 4 (dört) seçenek arasından ‘x’ sürede doğru cevabı bulabilmeyi öğreten bir kurumdur.” (dersek az çok doğru bir tanımlama yapmış sayılırız, bu da şimdilik bize yeter). Bu kurumların ana eğitim yöntemi, belleği güçlendirerek ezberletmek...

Dershanelerin işlevlerini sürdürtmek, reklam yapıp gelişmek için;
1.   Lokomotif olacak başarılı öğrenciler bulması, onlara “ücretsiz okuma” olanağı sağlaması,
2.   İletişim becerileri güçlü, alanını iyi bilen, isteklendirme (motivasyon) yapan, belleği zorlayan öğretmenler bulması,
3.   Hitap ettiği yaş grubuna uygun merkezi bir konum ve donanıma sahip olması,
… gerekir.

İşte bugün yurdumuzda, dershaneler bulmuş oldukları lokomotif öğrenci ve öğretmenler sayesinde muazzam bir rant alnı oluşturdular.

Sınırlı sayıda kapasitesi olan okul-üniversite-bölümlere girebilmek için “insanların en değerli varlıkları olan çocuklarla”, acımasız bir yarış başlattılar.

Ve bu yarışta gizli bir sömürü çarkı kuruldu. Bu sömürü çarkının itici gücü, başarılı olan öğrenciler kullanılarak yapılan reklamlardır. “O kazanmışsa benim çocuğum neden kazanmasın” ”benimkinin nesi eksik” “o çocuk X dershanesine gidiyormuş” “… sınav birincileri ‘X’ dershanesine gitmiş”…

Hedeflediği okul-üniversite-bölümlere giremeyecek çoğunluğu oluşturan öğrencilerden alınan ücretlerle kurumlar tatlı kârlar elde ediyor. Yani amacına ulaşamayacak öğrenciler sayesinde bu saadet zinciri oluşturuluyor. (Saadet zinciri kurma “X” dershanesinin politikası değildir. Bu sistemin uygulamasıyla ortaya çıkan sonuçtur.)

Kısaca formüle bağlayacak olursak, sınavı kazanamayan öğrencilerin parası ile saadet zinciri oluşmaktadır.

Dershane olgusunu, fen bilimlerinde gerekircilik (determinizm) dediğimiz neden-sonuç ilişkileri içinde ele aldığımızda; dağ fare doğurmuş veya eğitim sistemi dershaneleri doğurmuş diyebiliriz.

Şimdi, dershanelerin yaratıcısı olan sistem diyor ki “seni yok edeceğim!”
İşte gündem bu, işte kavga bundan çıkıyor. Sen önce besle büyüt sonra olmadı seni yok edeceğim diyeceksin, onlar da buyur, işte boynum mu diyecek?

Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Tekin  “Dershanelerle ilgili çok ayrıntılı çalışmalar yaptık çalışmalar sonucunda dershanelerin eğitim sistemine verdiği hasar rahatsızlık eksiklik tespit edildi. Dershaneler milli eğitimin 12 yıl boyunca verdiği kazanımları bir kenara bırakıyorlar, çocukları test tekniğiyle cevapları verdiği bir kuruma çeviriyorlar. Milli eğitimin uyguladığı politikayı rahatsız eden sıkıntıya sokan bir eğitim kurumu halini aldı.  Öğrenciler dershane ve okul öğretmenlerini kıyaslamaya başlıyorlar.” (15 Kasım 2013 MEB Müsteşarı Yusuf Tekin, 24 TV'de…)

Sayın müsteşarım, “Dershaneler milli eğitimin 12 yıl boyunca verdiği kazanımları bir kenara bırakıyorlar, çocukları test tekniğiyle cevapları verdiği bir kuruma çeviriyorlar.”  Teşekkür ederim, tespitlerinize tümüyle katılıyorum.

Ancak tam da yeri ve zamanı geldi sorumu sormaya. 2003-2004 öğretim yılında İmam Hatip Liselerindeki toplam öğrenci sayısı 97.489 iken  2012-2013 öğretim yılında 475.238’ e çıkarak %469 oranında artmıştır.( http://blog.milliyet.com.tr/anadolu-liseleri-neden-kimsesiz-kaldi--ya-imam-hatipler-/Blog/?BlogNo=427950)

  • Bu kadar hızlı büyüyen okullarımızda soru-cevap ve ezberleme yöntemi dışında hangi eğitsel yöntem uygulanmaktadır?
  • Bu yöntemle yetişip “araştırmayan, incelemeyen, sorgulamayan…” gençlerimiz ve yetişkinlerimizle 10 yıllar sonra ne yapacağız?
  • Ülkemizin şimdi dershaneler nedeniyle karşılaştığı güçlüklerin 10’larca katıyla karşılaşınca ne yapacağız?  

 MEB dershanelere  sorunları çözmek için 3 seçenek sunmuş:
1.   Özel okula dönüş,
2.   2 yıllık Açık Lise ol.
3.   Burslu öğrenci desteği, arsa vb. kolaylıklar sağlama.
Gerçeklerimiz ise:
 “Özel okula dönüş” olursa; dershane şimdi 3000 lira istediği öğrencisinden 20.000 veya 30.000 Lira isteyecek, (Bakanlık burs desteği ile gönderdiği her öğrenci için 3.600 Lira verecekmiş).  Peki şu anda özel okulların birkaçı dışında büyük çoğunluğu kontenjanını dolduramıyorken, dönüşüm geçiren bu dershaneler öğrenciyi nereden bulacak?..

Hatırlarsınız bir reklamda; mağaza görevlisi aradığı takım elbiseyi bulamayan müşterisine, “bari bir gömlek verseydik” dercesine  “2 yıllık Açık Lise ol” önerisi de tıpkı “Özel okula dönüş” önerisi gibi, cinsiyetini değiştir anlamına gelen bir öneridir. Ben cinsiyetimden memnunum dedikten sonra iş bitmiştir. Bu işler demokrasilerde zorla olmaz, olursa da demokrasi olmaz.

Yukarıda yanlışlarına kısmen değindiğimiz dershaneleri savunmuyorum. Bu kurumları kendi arka bahçeleri yapmak isteyen kısmen de başarılı olanları da dillendirmedim, sınav sorularını çalıp dershanelerinde pazarlayanları anlatmadım….(Gazete arşivleri bu bilgilerle dolu). Hakkını yemeyelim, sadece kurallara uyan pek çok dershanemiz de var.
Mevcut yönetim iktidara gelmeden önce de Dershaneler Sorunu vardı. 11 yıldan beri iktidar olmalarına karşın bu sorunlar azalmadı artarak yayıldı. Kapatacağım dedikleri dershanelerin sayıları katlanarak çoğaldı.

Öyle ise, bizim de sorma hakkımız doğdu:
Dershaneler Sorunu için şimdiye kadar ne yaptınız, hangi önlemleri aldınız ki bu denli yaygınlaştırdınız?

Dershanelere duyulan ihtiyacı eğitim sisteminin yöntem ve felsefesi yaratmıştır. O halde bu kurumlara duyulan ihtiyacı, okullara yönlendirme ve sınav sistemini değiştirerek, ülke çapında fırsat eşitliğini sağlayarak, … Böylece veli ve öğrencilerin dershanelere ihtiyaç duymayacağı bir ortam yaratarak veya ekonomik sistem deyimi ile talebin yok edilesini sağlayarak çözebiliriz.  

Şimdi ise, tıpkı kurtla kuzu hikâyesinde olduğu gibi, Dağın tepesindeki kurt, aşağıdaki kuzuya “suyumu bulandırma!” deyişi ile bu sorun, çözülmez kör düğüm olur, merdiven altına iner.

Aslında dershaneler bahane bu bir bilek güreşi!..    

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız 

Aynı yazı Milliyet Blog'da:



10 Kasım 2013 Pazar

Sınıf Öğretmenleri


63 yaşındayım, 5 yıllık ilkokulu bitirdikten sonra 6 yıllık (yatılı) İlköğretmen Okulu, 3 yıllık Eğitim Enstitüsü ve +1 yıllık lisans tamamlama okudum. Bu yıllarda yüzlerce öğretmenim oldu. Her öğrenci gibi benim de zaman zaman kızdığım, haksızlığa uğradığımı sandığım, dünya görüşüm nedeniyle tartıştığım öğretmenlerim, müdürlerim oldu. Hatırladıklarımın hepsini saygı ile anıyorum. 

Hatırladıklarımı dedim, çünkü öğretmenlerimin bazılarını hatırlamıyorum. Bu hatırlamama durumu sanırım yaşımdan kaynaklı değil. Halen ilkokul öğretmenlerimi unutmadım. Yıllar sonra bir sınıf öğretmenimi aradım buldum ve şimdi ailece görüşüyoruz.

Hatırladığı anda insanda güzel duygular yaşatacak kadar derin iz bırakan öğretmenler, genellikle “İlkokul Öğretmeni” veya “Sınıf Öğretmeni” dediğimiz kişilerdir.  

Yaşadığım zaman ve ailemin ekonomik koşulları gereği benim için “en iyisi” olan “Parasız Yatılı” sınavını kazanarak ilkokul beşinci sınıftan sonra yani 11 yaşımda, her gün “öğretmen olacağım” diye diye öğretmen oldum. Sırasıyla, İlkokul Öğretmeni, Eğitim Uzman Yardımcısı (Rehber Öğretmen) ve Eğitim Müfettişi olarak hemen hemen tüm eğitim kurumlarında çalıştım. Bu süreci noktalamış biri olarak bana, “mesleki doyum” a vardığın kurum hangisidir? Diye sorarsanız, hiç duraksamadan İlkokul ve Sınıf Öğretmenliği derim. Sınıf öğretmenliğini hakkıyla yapan bir kişinin de yaşamın her alanında başarılı olacağı inancındayım.

Belki, biliyor, duymuş veya okumuşsunuzdur. 4+4+4 nedeniyle 29.103 Sınıf Öğretmeni  “Norm Kadro Fazlası” olmuş.

Ne demek “Norm Kadro Fazlası”?
-MEB emrinde çalışan 29.103 sınıf öğretmenine sınıf bulunmuyor demek.
MEB’de her zaman öğretmen açığı olurdu, nasıl olmuş bu iş?
-Eğitime yeniden format atan “4+4+4”, (bence açılımı ) “İmam Hatiplere Küçük Yaşta Öğrenci Alabilmek” olan sistem yüzünden. Çünkü bu “4+4+4” sistemi 5. Sınıfı yok etti.

Peki, bunun eğitsel bir nedeni var mı?
-Yazıma uzun giriş yapmamın nedeni de bu işte!
  • Sınıf öğretmeni; öğrenci velisi ile ve yakın çevresi ile en etkin bir şekilde iletişim ve işbirliği sağlayandır.
  • Sınıf öğretmeni; 7-11 yaş öğrencilerinin psiko-sosyal gelişiminde çok önemli bir rol sahibidir. Onların yaşamlarında olumlu iz bırakan ve kişilik oluşumuna katkı sağlayandır.
  • Sınıf öğretmeni; Öğrencilerini 7 yaşından beri her yönüyle tanımaya çalışan, 11 yaşında da ergenlik öncesi veya ergenlik çağı sorunlarına rehberlik yapmaya çalışandır.
  • Sınıf öğretmeninden alarak (5. sınıfı, ortaokul 1. sınıf yaparak), “sorun yumağı” olan öğrenciyi 12 değişik kişilik olan branş (dal) öğretmenlerine teslim etmekte hangi yararları gördünüz?
  • Peki, siz politikacılar, hangi pedagojik esaslara uyarak zamanın Milli Eğitim Bakanına bile haber vermeden acele ile  “4+4+4” sistemini getirerek sınıf öğretmeninin 5. Sınıfı okutmasına engel oldunuz?
  •  
İşte bu nedenlerle, eğitim sendikaları, öğretmenler, veliler, öğrenciler ve tüm duyarlı vatandaşlarca MEB’ e sorması gereken iki basit soru;
1. Neden sınıf öğretmenleri “norm kadro fazlası” oldu? 
2. Neden “8+4” veya “5+3+4” değil de “4+4+4” sistemi?
(“Eğitim Bilim ve Psikoloji Kuralları” içinde cevap verilmesi koşulumuzdur.) 

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Aynı yazı Milliyet Blog'da: