20 Nisan 2016 Çarşamba

“Bugün yaşıyor olabilirlerdi.”

“Ankara Garı’ndaki 10 Ekim barış mitingi öncesi yaşanan canlı bomba katliamı ile ilgili müfettiş raporunda Emniyet’in mitingde yaşanacak olası bir canlı bomba saldırısı için kendi personelini uyardığı, ancak mitinge katılanlara karşı dışardan yapılabilecek saldırı risklerinin değerlendirilmediği ortaya çıktı.”

Diye başlıyordu Kemal Göktaş’ın Cumhuriyet’teki haber yazısı. Eğer bu müfettiş raporu gereğince önlemler alınmış olsa, belki 102 kişi yaşıyor, yüzlerce yaralı da sağlıklı olabilirdi.

Ne zaman bir deprem, bir yangın, bir maden kazası, bir katliam, bir trafik kazası, bir şiddet, bir taciz, bir tecavüz, bir cinayet olsa, böylesi müfettiş raporları, istihbarat notları çıkıverir orta yere. Bu belgelere rağmen, bile bile önlem alınmayan katliamlarda bile siyasiler ve makamda bulunanların; “Ben bu olaydan sorumluyum, görevimi yapamadım, istifa ediyorum.” Dediklerini görmediğimiz gibi, “mülki amirler”, sorumlular hakkında inceleme/soruşturma yapılmasına da izni vermez. Ve Olayın sıcaklığını gidermek için inançlara yönelip işi “fıtrat”a bağlarlar. Bu da yetmezmiş gibi, aldıkları istihbarat bilgisi uyarınca, kendi vatandaşlarını korumak isteyen konsoloslukları da azarlar, eleştirir ve onlara ayar vermeğe çalışırlar…

Denetlenmek zor iştir, kimse istemez denetlenmeyi, hele hele, gizlisi saklısı, sırları, planları varsa insanın. Ama istese de istemese de gerçek hayatta herkes her yerde her zamanda birilerince denetlenir, gözlenir ve eksiler artılar alır.

Bundandır ki, karanlıkta kalmış; Soma, Ermenek, Roboski, Suruç, Diyarbakır, Ankara, Sultanahmet, Taksim ve daha pek çok katliamın, fiili gibi faili de belli,  açıklanmasa da zırhlara bürünmüş, dokunulmayanların kim olduğu biliniyor.

Bundandır ki, hoşa gitmeyen kurum/kuruluşlara sık sık denetimler/müfettişler gönderilir, o da olmazsa kayyumlar atanarak hizaya getirilmeye çalışılıyor.

Bundandır ki, duvara toslamış, suçları ortaya dökülmüş olan bazı kurum ve kişilere cansiperane destek veriliyor.

Bundandır ki, istenirse denetim/müfettişler, bir silah olarak kullanılıyor, istenirse de tüm belgeleri/raporları yok sayılıyor.

Bundandır ki, her kabahati ortaya çıktığında, bir çocuk edasıyla, ben yamadım “paraleller” yaptı deyiveriyorlar.

Bundandır ki, ülkenin her yeri adeta bir ölü evi…


*** 

Öğretmen-plan-Müfettiş...

Her evde olduğu gibi, bizim evde de karmaşanın bir nedeni de eski evraklar ve dosyalar kabul edilir. Geçenlerde böyle bir gün yaşadım. Hanım, “Hem TV izle hem de bunları ayıkla, atacakları belirle…” diyerek iki koli koydu önüme. Zaten kan-gözyaşı ve ülkemin yurt dışındaki yalnızlığı (değerli yalnızlık) dışında izlenecek başkaca haber de yoktu.

Oturduğum yerde ayıklamaya başladım, saman ve beyaz kâğıtlara yazılmış; kimi el yazısı, kimi teksir edilmiş, kimi daktilo çıkışlı, kimi fotokopi, kimi renkli bilgisayar çıktısı, kimi gazete kesiği olup son elli yıllık evirilmenin kanıtları… 

Dosyanın birinden çıkan bir yazışma, o günümü ve sonraki günlerimi doldurdu ve bu yazıyı yazmama neden oldu.

Bu yazışma; öğretmen-müfettiş ilişkilerinde en çok söz konusu edilen ve de karşılıklı memnuniyetsizliklere neden olan Günlük Planlar’la ilgiliydi.

İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Metin SARAÇOĞLU’nun Vali adına imzaladığı yazı (13.11.1995 günlü): “ İlköğretim Kurumlarında görevli öğretmenlerimiz yaptıkları günlük planları şekilci bulup, bir angarya olarak görmekte, dar kalıplar çerçevesinde yapılan bu planların faydasına inanmamaktadırlar. Yapılan imcelemeler bu düşüncenin doğru olduğunu göstermiştir. “

Yukarıdaki öngörüye dayalı olarak da (özetle) aşağıdaki emirler sıralanıyordu:

  • Günlük planlarda sadece Konu ve İşleyiş başlıkları olacak,
  • Planların okul müdürüne imzalatma zorunluluğu kaldırılmıştır. 
  • Okul müdürü 15 günde bir günlük planları inceleyip “Görüldü” diye imzalayacak.
  • Branş öğretmenleri günlük yerine konu planı yapacak. 
  •   İdari denetime ağırlık verilerek (kooperatif, kantin, eğitime katkı payı detaylı) incl.
  • Birinci derecenin 4. Kademesine gelen öğretmenlerin ders denetimi yapılmayacak. 
  •  Bu yazı imza karşılığında tüm öğretmenlere duyurulacaktır.

İşte, “Plan değil pilav isteriz”  gibi tribünlere selam veren popülist bir anlayışla hazırlanmış bir yazı… Bu yazı, plan yapmayan ve denetim görmek istemeyen öğretmenleri sevindirmişti. Plansızlığı özendiriyor, eğitim kurumundaki müdürün asıl görevinin eğitim-öğretim çalışmaları olduğu ilkesi unutarak, onları bir işletme müdürü olarak görüyordu. Eğitimde denetimin rehberlik etme yönünü yok ediliyor, müfettişi sadece kâğıtlar ve kayıtlara bakan bir iş haline getiriyordu.

Bizler, o zamanki 28. Grup İlköğretim Müfettişliği (Beyoğlu-Çatalca bölgesi)’nde görevli 5(beş) İlköğretim Müfettişi olarak; yazıyı okumuş, tartışmış ve yazıdaki yanlışlar hakkında görüşlerimizi, başkanlığımıza yazılı olarak bildirme kararına varmıştık. Ve öyle de yaptık, 18.12.1995 günü o yazıdaki emirlerin, uygulamada yaratacağı sakıncaları başkanlığımıza yazılı olarak (özetle) şöyle sıralamıştık:

  • Öğretmenlerin büyük çoğunluğunun günlük plan hazırlamaya karşı olduğunu, fakat bu anlayışın onları haklı kılamayacağını, planlanmanın gerekli olduğunu, 
  • Amaçsız plan olamayacağı ve her planın; çevre şartlarına, öğrencilerin bireysel özelliklerine göre hazırlanıp, o etkinlik için yapılacak gözlem-deney, kullanılacak araç-gereç-teknik-yöntemlerin önceden belirlenmesi gerektiği ve etkinlikleri değerlendirme basamağının bulunması gerektiği… Böyle bir planla derse giren öğretmen: 1. Kendine güvenir. 2. Tesadüfler göre hareket etmez. 3. Çevresine ve öğrencisine iyi bir model olur…
  • Okul müdürünün bir planı 15 (onbeş) gün sonra imzalamasının anlamsız ve işlevsiz olduğu,
  • Denetim yapmak için gidilen bir kurumda, Birinci derecenin 4. kademesinde olan öğretmenlerin denetim dışı olmasının eşitlik ve objektiflik ilkelerine uyamayacağı, 
  • Yukarıda sıralanan nedenlerle ilgi genelgenin değiştirilmesi gerektiğini…


Yukarıda belirtilen görüşlerimiz kabul görmediği gibi bu anlayış ve uygulamalar sadece İstanbul’la sınırlı kalmadı, giderek tüm ülkemizde yaygınlaştı.

Her gün ölümlerin, yıkımların olduğu, özgürlüklerin yok edilip, bilim adamlarının tutuklandığı bu günlerde, bu örneğin anlatılması belki sizlere basit görünebilir. Ama eğer bu olayın toplum geleceğindeki etki ve yansımalarını düşünürseniz ne denli yaşamsal bir önem taşıdığını görürsünüz.

Şimdi biraz düşünüp bakalım, “dindar nesil yetiştirme” amacıyla şekillendirilen 4+4+4, İmam-Hatipler, Kuran Kursları, Yaz Kuran Kursları, bazı dernek, bazı vakıflar ve de bazı yurtlar eliyle verilen eğitime… Buralarda denetimsiz olarak, soru sormayan, yorum yapmayan, plansız, ezberci, güvensiz, bağımlı vb. bir nesil yetişiyor. Eğer denetim(!) yapılıyorsa ki bu da, sadece kâğıtlar ve kayıtlar üzerinden…

Denetim yaptırım gücü olmayan, tespit yapıp, görüş bildiren (kendi içinde de pek çok surunu bulunan) bir destek birimidir. Yaptırım gücü olan ise (doğal olan da budur) yönetimdir. Bu nedenle yönetim, denetim sonucunda belirlenen eksikler-aksaklıkları gün ışığına çıkarıp giderebileceği gibi, sıkça gördüğümüz gibi hasıraltı edip saklayabilir de…

Zaman zaman (şimdilerde her zaman), işlevsiz kılınmak istenen Sayıştay, Danıştay, AYM, İdari Mahkemelerinin karalarına karşı çıkılıyor, uyulmuyor, yok sayılıyor. Size sadece basit bir örnek: 8500 Okul Müdürü, yüzlerce İlçe Milli Eğitim ve Şube Müdürü görevlerinden alındı. Bunlar Danıştay kararlarına rağmen görevlerine iade edilmiyor.

Ve bugün iktidarda, 90 dakikalık maçın 89. dakikasında yasa yönetmelik ve kural değiştirmenin telaşı içinde olan; “Ben bilirim, ben yaparım, akılı da, denetim de istemiyorum”  diyen bir anlayışı var.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Bu yazı radikalyazar.com’da:
http://www.radikalyazar.com/bugun-yasiyor-olabilirlerdi/

16 Nisan 2016 Cumartesi

Yavrularımız


Pek çoğumuz, gerek evcil gerek yabani hayvanların yavrularını koruyup yaşatmak için neler yaptıklarına tanık olmuş, bazen de hayranlık ve hayretler içinde kalarak belgeselleri izleyip görmüşüzdür. 
Hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da içgüdüsel bir “analık duygusu/güdüsü” olduğu söylenir ve bunun “kendi soyunu sürdürmek” amaçlı olduğu da kabul edilir. Bunun kanıtı olarak da anaların, yavrularını korumak için, nasıl gücünün sınırlarını aşan davranışlarda bulundukları hakkında pek çok efsaneleşmiş olay anlatılır, tiyatro ve sinemaya konu olur.
Bu muhteşem analık duygunun etkisi, yavruların bağımsız olarak yaşamlarını sürdürebilecekleri bir olgunlaşma veya gelişmişliğe ulaştığında azalır veya son bulur.
Hiç şüphe yok ki, hayvan ve insanların en değerli varlıkları yavrularıdır. İçgüdüsel ya da bilinçli olarak geleceğe dair olan tüm hesapların odağında da yavrular/çocuklar vardır.
Hayvanların insan yaşamı kadar karmaşa olmayan bir yaşamları vardır. Bu nedenle hayvan yavruları, insan yavrularına göre daha önce bağımlılıktan kurtulup bağımsız yaşamaya başlarlar. Oysa insanoğlunun bağımlılık süresi oldukça uzun sürmektedir. Öz bakım becerileri geliştikten sonra, bu kez okul çağı başlar ki bu da uzun yıllarda da koruyuculuk devam eder.
Okul çağında çocuk üzerindeki aile kontrolü devam etse de, daha çok devletin koruma ve kollamasına geçmektedir. Devletin denetimindeki okul ve diğer tüm eğitim kurumları da, çocukların/gençlerin güven içinde, sağlıklı bir eğitim  alması için ailelerle işbirliği yapmak zorundadır.
***
Eğitim, sadece bireye özgü ve yaşadığı sürece verilen bir hizmet değildir. Eğitim, nesiller boyu sürekliliği olan, toplumu yaşatan, geleceğe taşıyan çok önemli kesintisiz bir sosyal süreçtir. Bunun içindir ki eğitime yapılan her türlü yatırım toplumdan büyük destek görür.
14 yıldan beri ülkemiz yönetiminde bulunan anlayış; “Dindar nesiller yetiştirme” projesini bir devlet politikası ve ülkenin en önemli gündemi haline getirmiştir. Devletin tam desteği ve önemli kaynak aktarımıyla 4+4+4 / İmam-Hatip sistemi kuruldu, uygulamaları devam ediyor. Nedense ülkenin geleceğini çok olumsuz etkileyecek bu duruma muhalefet de sessiz kalmaktadır.
“Peki, eğitime yatırım yapmayı niçin yadırgıyorsunuz?”  diye soranlarınız olabilir. Hemen cevaplayayım: Çünkü devletin “dindar nesiller yetiştirme” gibi bir görevi yok ve de olmamalı. Eğer bu anlayış varsa (ki var), bu anlayışa karşı çıkılması gerekir. Çünkü T.C. Anayasası ilkelerini; “İnsan Haklarına SaygılıDemokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir" olarak sıralamıştır. Ayrıca bu hükümler sadece bizim anayasamıza özgü olmayan evrensel hükümlerdir. Demek ki devletin “dindar nesiller yetiştirme” si hem kendi Anayasamıza hem de evrensel ilkelere aykırı bir tutumdur.

Her insanın istediği inanca sahip olma hakkı olduğundan, herkes karşılıklı olarak diğerlerinin değerlerine ve inançlarına saygı duymalı, devlet de hukuk kurallarına uygun olarak her inanca saygılı ve eşit uzaklıkta olmalı vatandaşların güven içinde olmalarını sağlamalı, hak ihlallerini önleyecek güvenlik ve denetim görevini üstlenmelidir. Bu nedenle çağdaş devletin “Dindar nesiller yetiştirme” diye bir görevi yoktur. Eğer böyle bir görev yüklenmişse bir devlet; hem demokratik, hem laik, hem de çağdaş olma özelliğini kaybetmiş, dini esaslarla yönetmeye başlayan bir devlet olmuş demektir.
Çağdaş devletler vatandaşlarını ilgi, istek ve becerilerine uygun olarak hayata hazırlamakla görevlidir. Bu amaçla vatandaşlarına, okul sistemi içinde ve işbaşında daha iyiyi, daha verimliyi, daha insanca olanı kazandırmayı amaçlar. Amaca ulaşmak için de; felsefe, güzel sanatlar, matematik, fen ve de diğer tüm bilimlerden yararlanır.
Dünyanın pek çok yerinde devletlerin yaptığı eğitim çalışmalarını yeterli bulmayanların, ya da eğitim çalışmalarından yeterince yararlanmayanlara destek vermek isteyenlerin kurmuş oldukları pek çok sivil toplum örgütlenmesi vardır. Bunlar, gönüllülük esaslarına göre çalışıp hizmet üreten dernek ve vakıflardır. Devletler de, bu tür hizmet kurumlarını amaçlarına uygun çalışıp çalışmadığını, eğitim hizmet alan çocuk/gençlerin güven içinde olup olmadıklarını denetler. Devlet bazen kamu hizmeti yapan bu kurumlara, yerleşke alanı için gerekli olan arsa/arazi verir veya vergi muafiyeti sağlamak gibi desteklerde bulunabilir.
Yurdumuzda da bu tür dernek ve vakıflar bulunmaktadır. Ne yazık ki iktidar bu kurumları bile benden yana, benden yana olmayan diye ikiye ayırmış, eşitlikçi olmayan bir anlayış içine girmiştir. Açıkçası “Dindar nesiller yetiştirme” anlayışına yakın yani kendinden yana olan dernek ve vakıflar yapılan eğitim ve barınma alanlarının yasalara uygunluğu, eğitim alanların güven içinde olup olmadıklarını denetlemek yerine, onların hata ve suçlarını görmezden gelip koruyup kollamayı üstlenmektedir. Kendinden yana görmediklerine de…   İşte birkaç örnek:
  • Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD)’nin vefat eden eski başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan, hem mesleği içinde, hem de sivil toplum kuruluşlarındaki çalışmaları ile toplumda kabul görmüş çok saygıdeğer bir bilim insanıdır. Bu değerli insanı 2009 yılında (hastalığı ile uğraşırken) öylesi haksızlıklarla karşılaştı ki henüz unutulmadı. Peki niçin? “Çağdaş eğitim istediği için…”
  • Geçen haftalarda Karaman Ensar Vakfı bünyesindeki yerlerde çocuk tecavüzleri yaşandığı ortaya çıktı. O günden beri gündemin ilk sırasını alan bu konuda Başbakan ve ilgili bakanların mağduriyeti yaşayan çocuk ve ailelerden daha çok adı geçen vakfa sahip çıkıp, onları nasıl savundukları ve halen de savunmaya devam ettiklerini gördük, görüyoruz. Peki niçin? “ Dindar(!) eğitim istediği için…”
  • İlim Yayma Vakfı’nın kurucusu olduğu Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Bülent Arı’nın cehaleti kutsaması ile ilgili konuşmasına nasıl sessiz kalındığını da ibretle gördük. Peki niçin? “ Cehaleti savundukları için…”
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Bu yazı radikalyazar.com’da:

http://www.radikalyazar.com/yavrularimiz-2/